19 mayıs Pontos soykırımı ve merkez ordusu

19 mayıs Pontos soykırımı ve merkez ordusu

Kaynak: Ermenistan.de

Tamer Çilingir

Mustafa Kemal ve arkadaşlarının 19 Mayıs 1919 tarihinden itibaren Topal Osman, Kel Hasan, Halil Tapanoğlu, Said Tapanoğlu, Mehmet Tataloğlu, Kara Mehmed, Larçınzade Hakkı Bey, Mehmet Tirali, İpsiz Recep gibi çetecilerle görüşüp Pontos Rumlarına yönelik başlattıkları saldırılarda binlerce Rum katledilir. Katledilenlerin çoğunluğu sivil halktır. Çeteler aracılığıyla sürdürülen bu saldırılar Pontos partizan örgütlenmesini zayıflatmadığı gibi tam tersine güçlenmesine sebep olur. Partizanların 1920 yılının Aralık ayındaki sayısı 25 bin civarındadır. Ve tüm köy, kasaba ve ilçelerde Rum halkı partizanlara destek vermektedir.

247163_10206381950452711_15519636523197561_n

Yüzyıllardır Osmanlı’nın zulmü ile açlık ve yoksullukla boğuşan Rumlar bir çok katliama uğrayıp dili, dini ve kültürü yok edilmek istenmişti. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ise bu saldırılar daha da yoğunlaşmış, 20.yüzyılın başlarında ise imha ile karşı karşıya kalmışlardı. 1.Emperyalist Paylaşım Savaşı ile beraber, İttihatçıların Müslüman olmayan uluslara yönelik techir politikaları başta Ermeniler olmak üzere soykırımına dönüşmüştü. 1911 de başlayan Rum sürgünlerinden sonra, 1919 yılına kadar 150 bine yakın Pontoslu Rum katledilmişti. Bu arada 1,5 milyon Ermeni ve 250 bin Süryani soykırımına uğratılmıştı. Can güvenliği kalmayan Rumların tek çaresi ise örgütlenmek ve direnmekti. Bu tarihlerde, bağımsız Pontos fikri de dahil olmak üzere farklı kurtuluş önerilerini içeren siyasi yapılar ortaya çıktı.

MERKEZ ORDUSU KURULUYOR

İşte Merkez Ordusu tamamen bu özgürlük hareketini yok etmek amacıyla kurulur. Osmanlı’nın 1.Emperyalist Paylaşım Savaşı sonucu yenilenlerin cephesinde yeralmasından dolayı imzalanan Mondros Mütarekesi kararları doğrultusunda orduları dağıtılmıştır. Bunun üzerine silahlarını teslim etmeyen 3.Kolordu ve çetelerden oluşacak yeni bir askeri örgütlenmeye gidilir. Ne ilginçtir ki, savaşın galip tarafları silahlarını teslim etmeyen ne 3. Kolorduya ne de oluşturulan yeni orduya itiraz ederler. Tarih sahnesinde oynanacak oyunun senaryosu ve ilk etabı İttihatçılarca 1915 Ermeni Soykırımı ile oynanmış, sıra ikinci etaba gelmiştir. İkinci etabın adı ise; Pontos Rum Soykırımı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilan edilmesidir. Birinci etabın yönetmeni Almanlar iken, ikinci etapta yönetmenlik İngilizlerce üstlenmiş, sahneye ise Talat, Cemal ve Enver Paşa’nın yerine Mustafa Kemal çıkmıştır.

’’…dahilî isyanları bastırmak, Yunan taarruzunu tevkif etmekten elbette daha mühimdir.’’[1]
’’Anadolu merkezindeki asayiş meselesini halle memur kuvvetlerimizi büyücek bir kumanda altında tevhit etmekte fayda tasavvur ettiğimizden 9 Kânunuevel 1920 de Sivas’taki Üçüncü Kolorduyu lâğvederek onun vazifesini yeni teşkil ettiğimiz Merkez Ordusu’na tevdi ettik. Bu orduya da Nurettin Paşayı kumandan yaptık.’’
[2] Mustafa Kemal, NUTUK

9 Aralık 1920’de, 407 sayılı kararname ile, 3.Kolordu lağvedilip Merkez Ordusu kurulur. Ordunun kuruluşu, TBMM Başkanı Mustafa Kemal imzasıyla yayınlanan bir bildiriyle duyurulur:

’’1) 3.Kolordu lağvedilmiş ve 5. ve 15. Fırkalarla Sivas’ta derdest teşkil 6. Atlı Piyade Fırkalarından mürekkep olarak, Merkez Ordusu teşkil ve ihdas olunmuştur.
2) Merkez Ordusu Kumandanlığı’na seferde Ordu Kumandanı selahiyeti ile Mirliva Nurettin Paşa Hazretleri tayin olunmuştur.
3) Merkez Ordusu Kumandanlığı mıntıkası, Sivas vilayeti ile Canik, Sinop, Amasya,
Tokat, Çorum, Yozgat
müstakil livalarını içermektedir.
4) Merkez Ordusu Karargahı, 3.Kolordu Karargahı’ndan istifade edilmek suretiyle teşkil olunacaktır.
5) Merkez Ordusu Kumandanlığı harekat, asayiş bakımından Erkan-ı Harbiyey-i Umumiye’ye ve hususat-ı saire için Müdafaa-i Milliye’ye bağlıdır.
6) Bütün vekaletlerle Garp ve Elcezire Cepheleri, 2. ve 3.Kolordu, Kastamonu ve Bolu Havalisi Kumandanlığı vasıtası ile Nurettin Paşa Hazretlerine ve 4. Kolordu Kumandanlığı’na yazılmıştır.’’[3]

Ordu karargahı olarak Amasya’nın seçilmesinin sebebi Karadeniz’e (Pontos direnişine karşı) hakim olabilme düşüncesidir. Nitekim bu ordu lağvedilene kadar da karargah Amasya olarak kalacaktır. Sadece Koçgiri katliamı sırasında, Nurettin Paşa komutayı Ümraniye’den yürütecektir. Yeni kurulan ordunun karşılaştığı ilk sorunlardan biri, Ordu Sancağı olur. TBMM’nin 12 Aralık 1920’de aldığı bir kararla Ordu Sancağı kurulmuştur. Ordu Sancağı’nın 15. Kolordu mu yoksa Merkez Ordusu’na mı dahil olacağı ise belirsizdir. 24 Aralık’ta EHU (Erkan-ı Harbiye-i Umumiye/Genel Kurmay Başkanlığı) Ordu Sancağı’nın Merkez Ordusu’na dahil edildiğini açıklar ve böylelikle Merkez Ordusu’nun yetki alanları biraz daha arttırılır. Bu son kararla birlikte batıdan doğuya tüm Pontos yerleşim birimleri Merkez Ordusu’nun çalışma alanı olarak belirlenmiş olur.

MERKEZ ORDUSU KOMUTANI NURETTİN PAŞA

Nam-ı diğer Sakallı Nurettin Paşa, babası padişah yanlısı Müşir İbrahim Paşa’nın uyarılarına ve karşı çıkışlarına rağmen 1908 yılında 6436 üyelik numarası ile İttihat ve Terakki Komitesi’ne katılır.[4] Bu tarihte henüz binbaşıdır. 1913 yılında Balkan Savaşı’nda, 1914’den itibaren de 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı cephelerinden Irak Cephesi’nde yer alır. Mondros Mütarekesi’nden sonra Kasım 1918’de, aynı zamanda İzmir merkezli 17. Kolordu komutanı ve Aydın Vilayeti Valisi olarak atanır. 30 Aralık 1918 tarihinde, İstanbul merkezli 25. Kolordu komutanı olarak atanır.[5] Urla’da isyan çıkınca 2 Şubat 1919 tarihinde tekrar Aydın Valiliği’ne ve Aydın Bölge Komutanlığı’na atanır.[6] Bu esnada Aydın ve civarında Rum halkına yönelik bir çok çete saldırısının arkasında o vardır. Valiliği sırasında, İzmir’in Sevr Antlaşması uyarınca Yunanlılara verilmesine karşı çıkan İzmir Müdafaa-i Hukuki Osmaniye Cemiyeti’ni kurar.

Erkan-ı Harbiye-i Umumiye (Genel Kurmay Başkanlığı) Nurettin Paşa’ya Merkez Ordusu komutanlığına tayin edileceğini bildirerek, kabul edip etmediğini bildirmesini ister.[7]
16 Kasım 1920 yılında Nurettin Paşa, Genel Kurmay Başkanlığı’na, Merkez Ordusu komutanlığını kabul ettiğini belirten cevabı bir yazı gönderir. Ancak bazı tavsiyeleri vardır:

“1. Hakimiyet-i Milliye esasının kabulüyle beraber cumhuriyete doğru gidilmeyerek, Hilafet ve Saltanatın muhfazası işbu makamatın kamekan Hanedan-ı Âli Osman uhdesinde bulunması,

2. İstiklal Milliyenin temini şartıyla: Anadolu ve İstanbul idarelerinin tevhidi ve Kuvay-ı Selase Devletin anavatanda cem-i esbabının istikmali,

3. Menafiı mütekabile siyasetin tevafuku hasebiyle Rus-Sovyet Hükümeti’yle akd-i ittifak ile iktifa olunarak Bolşevik düsturlarının Türkiye’de aynen kabul ve tatkibinden içtinab olunması,

4. Kadim hükümetçilik ahvalinin takibine devam olunmayıp milletin maddi ve manevi mevakisi ve ihtiyacatı tatmine kafi ve seviyesi ile mütenasip halka doğru bir idarenin tesisi,

5. Hariçte müzahir ve taraftar kazanmak amacı ile umur-u muamelat-ı harciyeye Siyaset-i düveliyeye daha ziyade atfı ehemmiyet olunması,

6. Zevat-ı muhdudanın fikir ve reyiyle tedvir-i umur edilmemesi,

7. Gaye-i vataniyenin husulüne değin, davayı milliyenin bir tesanüdü tam ile yemin-i devamı için merkez ve muhitteki ricalin layezal cemiyet ile kalben rabıtadar olmaları,

8. Çetecilik ve seyyar jandarma emeli gibi Kuvay-ı Milliye’deki tenevvüün izalesiyle yeknesak milli bir ordunun teşkili,

9. Heyet-i Vekilenin mukadderatına iştirak gibi bir arzu ve teklifte bulunmamıştım. Ancak baladaki kanaatlerimi muhtelif mahfillerde şifahen ve bir tezkire ile de tahriren kısım kısım arzetmiştim. Bunları memleket ve millet için yazıyorum. Merkez Ordusu Komutanlığı’nı kabul ediyorum.’’[8]

Cumhuriyetin kurulmaması, hilafet ve saltanatın korunması, Ankara ve İstanbul hükümetlerinin birleştirilmesi, Rusya ile ittifakla yetinilmesi, Bolşeviklerle asla ittifak yapılmaması gibi tavsiyelerin bulunduğu bu mektup, Ankara hükümetince tepki görmeyip, Nurettin Paşa’nın Merkez Ordusu komutanlığını onaylanmıştı.

Nurettin Paşa’nın babası, Müşür İbrahim Paşa’dır. İbrahim Paşa 2. Meşrutiyet’ten sonra Dersim’de Kürtlere yönelik operasyonun komutanlığını yürütmüştür. Nurettin Paşa da babasının izindedir. Merkez Ordusu komutanlığı sürecinde Pontoslu Rumlara yönelik soykırımı faaliyetlerinin yanı sıra 1921 yılında Koçgiri’de Kürtlere yönelik katliamların sorumlusu olacaktır. Bu esnada Merkez Ordusu’nun kurmay başkanlığını yapan Hüseyin Hüsnü Bey de, Nurettin Paşa’nın damadıdır. 1937 yılında yapılacak olan Dersim Katliamından sorumlu general Abdullah Alpdoğan da, Hüseyin Hüsnü Bey’in oğlu, Nurettin Paşa’nın ise torunudur.

’’SEFERDE ORDU KUMANDANI SELAHİYETİ’’

23 Aralık 1920 yılında Nurettin Paşa, Amasya’da bulunan Merkez Ordusu karargahına gelir ve görevine başlar. Görev yetkileri ise Mustafa Kemal’in 3. Kolordu’ya yolladığı 9 Aralık 1920 tarihli yazısında ’’seferde ordu komutanı selahiyeti’’ olarak belirlenir. Bu yetki daha sonra İcra Vekilleri Heyeti’nce 30 Ocak 1921 tarihli kararname ile resmileştirilir:

’’ Seferde Ordu Kumandanı salahatiyle Merkez Ordusu Kumandanlığı’na tayini Heyet-i Vekile’nin 9 Kanun-ı evvel 336 ve 408 numaralı kararnamesiyle tensib edilen Mirliva Nurettin Paşa hazretlerinin diğer ordu kumandanları gibi kendi mıntıkasındaki vilayet ve elviye-i mıntıka, rüesay-ı memurin-i mülkiyeye asayiş-i dahiliye ve Mğdafaa-i Milliyet Vekaletleriyle Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyasetine tebliği Vekiller Heyeti’nin 30.01.1337 tarihindeki içtimaında karargir olmuştur.’’[9]

Nurettin Paşa, yetki alanındaki mülki memurlara hem asayiş hem de askerliğe ilişkin konularda doğrudan doğruya emir verme yetkisiyle de donatılmıştı. ’’Seferde ordu komutanı selahiyeti’’ demek zaten yetkilerin sınırsızlığını ifade ediyordu. Yasa da, mahkeme de, savcı da, yargıç da kendisiydi. Ama burdan anlaşılması gereken, ona bu yetkiyi verenlerden bağımsız hareket ettiği değil, Pontos’daki tüm uygulamaları bizzat kendisini yetkilendirenlerin emirleriyle yerine getirdiği olmalıdır.

ÇETELER

Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Samsun’a çıkmasıyla ve çete reisleriyle yapılan görüşmelerin ardından Rumlara yönelik saldırılar artmıştı. Ki bu çeteler daha Balkan savaşı sonrasından beri Karadeniz’de aynı işlevi görmekteydiler. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının gelişiyle saldırılarını daha da pervasızlaştırmışlardı. Özellikle savunmasız Rumların köylerine yaptığı saldırılarda yağma, yakıp yıkmanın yanı sıra, kadın ve çocuklara yaptıkları zalimliklerle Rumları yıldırmayı hedefliyorlardı. Özellikle eli silah tutan Rumların partizanlara katılmalarıyla savunmasız kalan köyler hedefleriydi. Birebir partizanlarla çatışmaktan çekiniyorlardı.

Özellikle Bafra, Samsun, Çarşamba ve Kavak bölgelerindeki çeteler Merkez Ordusu kurulmadan önce 15. Fırka komutanı Şefik Avni Bey tarafından destekleniyordu. Silah, techizat ve istihbarat konularında desteklenen çetelere her türlü imtiyazlar tanınıyor, işledikleri suçlara dair haklarında hiç bir takibat yapılmadığı gibi ödüllendiriliyorlardı da. Bu yanıyla Rumlara karşı kurulmuş olan bu çeteler, sadece Rum köylerine yönelmiyor, canları istediğinde Müslümanlara da saldırıyor, köy halkının her türlü erzakına, malına mülküne el koyabiliyor, genç kızlara musallat oluyor, can alıyorlardı.

Merkez Ordusu’nun kurulması ile birlikte Dahiliye Vekaleti (İçişleri Bakanlığı), 8 Ocak 1921 tarihli yazısıyla bu çetelerin mülki memurlar ve jandarmanın emrinde bulunmasının uygun olacağını, böyle teşkilatların bulunmasının zaruri olduğunu eğer Samsun bölgesinde iyi sonuçlar alınırsa, Ordu dahilinde de kullanılabileceğini tavsiye ediyordu.[10]

AMELE TABURLARI

22 Mayıs 1914 tarihli geçici askerlik kanunuyla Osmanlı sülalesi dışında kalan her erkek askerlik hizmetini yapmakla mükellef kılındı, ama müslüman olmayanların çok azı normal askerlik yapabildi. Çoğunluk Amele Taburları denen geri hizmet birliklerine alındı. (Yezidiler 1.500 lira maktu bedelle bundan da “muaf” tutuldular.) Çünkü müslüman olmayanlar İttihatçıların gözünde bir süredir “vatandaş” değil “iç düşmanlar”, hatta Teşkilat-ı Mahsusa şefi Kuşçubaşı Eşref’in deyimiyle “dahili tümörler”di.

Amele Taburları adı üstünde, cephede çarpışmak için değil, cephe gerisinde ordunun ihtiyacı olan hizmetleri karşılamak üzere oluşturulmuş silahsız birliklerdi. (Ağırlıklı olarak köylü kadınlardan oluşan “Kadın Amele Taburları”, esirlerden oluşturulan “Üsera Taburları” ve para ödenerek oluşturan taburlar da vardı.) O tarihte ordunun mevcudunun 726 bin olduğu biliniyor, fakat Amele Taburları’nın sayısı ve mevcutları konusunda düzenli bilgiler yok. Tahminler de 100 bin civarında insanın Amele Taburlarına alındığı yolunda.

Bazı devlet yazışmalarından öğrenebildiğimiz bazı rakamlar şöyle: Birinci Ordu’ya bağlı taburların bir bölümünde 4.811 Müslüman’a karşılık, 11.939 Rum, 7.318 Ermeni ve 1.671 Yahudi vardı. Halep Menzil Komutanlığı’na bağlı Birinci, İkinci ve Üçüncü taburlarla, Antep, Kütahya, Halep, Nevşehir, Denizli ve Aydın amele taburlarının bir bölümünde 1.872 Müslüman’a karşılık 1.494 Rum, 664 Ermeni ve 175 Yahudi vardı. Dokuzuncu Kolordu’ya bağlı amele taburlarının bir bölümünde, 6.172 kişiden 4.869’u Ermeni, 1.199’u Rum’du. Dördüncü Kolordu’ya bağlı Manisa, Urla, Bornova, Antalya, Menemen, Nif, İzmir ve Foça amele taburlarında 2.672 Müslüman’a karşılık 5.872 Ermeni, 1.135 Rum ve Yahudi vardı. Bursa’daki taburda hiç Müslüman yoktu, sadece 500 Yahudi vardı. Bazı taburlarda sadece Ermeniler, sadece Rumlar veya sadece Ermeniler ve Rumlar vardı.

Emek Sömürüsü

Amele Taburları’nda sanıldığı gibi sadece niteliksiz insanlar değil, doktor, eczacı, baytar, mühendis, yüzbaşı gibi meslek sahipleri de bulunuyordu. Ama esas ağırlık demircilik, marangozluk, tesviyecilik, taşçılık, duvarcılık gibi meslek sahiplerindeydi. Bu “askerlere” başta yol, köprü, kanal, bent ve demiryolu inşaatı olmak üzere, taş kırma, kar temizleme, mezar kazma, kömür, kükürt ve tuz çıkarma, odun kesme, hasat yapma, çekirge ile mücadele etme, çim biçme, hatta ıhlamur toplama ve pastırma yapma gibi envai çeşit iş yaptırılıyordu.

Taburlardaki hayatı tahmin etmek zor değil. Su, gıda, giyecek, yakacak ve temizlik malzemesi ya son derece sınırlı idi, ya da hiç yoktu. Askerler çoğu zaman üzerlerine atacak bir battaniye bile bulamadan kötü barakalarda, açık havada yatıyorlardı. Kolera, lekeli humma, bitlenme, uyuz, verem, zatürree ve frengi taburlarda kol geziyordu. Hatta frengililerden oluşan özel taburlar bile kurulmuştu.

Müslüman olmayanların genel nüfus içindeki oranları dikkate alındığında Amele Taburları’nın devlete sadakatleri konusunda yoğun şüpheler bulunan gayrimüslimleri cephelerden uzak tutmak, uzak tutarken de iliklerine kadar sömürmek amacıyla tasarlandığı anlaşılıyor. ABD Büyükelçisi Morgenthau anılarında “Yol işçilerine ve yük hayvanlarına dönüştürülmüşlerdi. Her türlü ordu ihtiyacı onların sırtına yükleniyor ve yük altında sendelerken, Türklerin kırbaç ve süngüleriyle yorgun gövdelerini Kafkas dağlarında sürüklemek zorunda kalıyorlardı…” der ve 50-100 kişilik grupların nasıl kurşuna dizildiğini anlatır. Bunlar gayrımüslim gençlerin askerden kaçmalarının tek değilse bile temel nedenlerinden biriydi. Çok değil, bir yıl sonra bu gençlerin Zeytun’da olduğu gibi isyanları, “millet-i hâkime” tarafından yaklaşık altı asır özenle askerlik görevinden uzak tutulan gayrimüslimlerin, toptan “devlete ihanet”le suçlanmasında baş malzeme yapılacaktı.

Merkez Ordusu Amele Taburlarını yeniden kuruyor

Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasındaki bu uygulamalar, önemli deneyimlerden biriydi. Pontos Rum Soykırımı sürecinde de bu uygulama yeniden gündeme getirildi. Müdafa-i Milliye Vekaleti’nin cephelere gönderdiği 2 Mart 1921 tarihli emirde Yol İnşaat Taburları’nın en kısa zamanda kurulması istenmekteydi. ’’… Merkez Ordusu’nun Samsun, Havza, Tokat, Sivas, Merzifon ve Çorum’da olmak üzere altı Yol İnşaat Taburu kurması uygun görülmüştür. Kurulmasından bir süre sonra Umur-u Nafıa Vekaleti emrine girecektir…’’[11]

Merkez Ordusu 12 Mart 1921 tarihinde Karadeniz’de Amele Taburlarının kurulmasıyla ilgili bir emir yayınladı. Emre göre taburlar Rumlardan oluşacaktı. Kısa süre içinde taburlar kurulmaya başlandı. 15 Mart 1921 tarihinde Merkez Ordusu’nun Nafia Vekaleti’ne yazdığı yazıda 3 gün içinde kurulan taburların mevcutları şöyledir: ( Ne internet, ne cep telefonu vardır o tarihlerde ne de iletişim olanakları bugünkü gibidir ama mesele Rumlar olunca gerisi teferruattır)

Samsun Amele Taburu: 53

Merzifon Amele Taburu: 400

Sivas Amele Taburu: 147

Tokat Amele Taburu: 176

Merkez Ordusu aynı yazıda ”… bu taburların mevcutlarının peyderpey tamamlanacağını…” da bildirmekteydi.[12]

Amele Taburlarının kurulması sırasında, Müdafaa-i Milliye Vekaleti (Milli Savunma Bakanlığı) Merkez Ordusu’na kendi bölgesinden beş sınıf Hristiyan efradın daha silah altına alması için izin verdi. Bunlar Amele Taburları hizmetine girecek, ancak kendi memleketlerinde olmayacaklardı.[13]

’’Samsun askere alma bölgesinde efrad önce Havza’da toplanacak, buradan Havza, Merzifon ve Çorum Amele Taburlarına sevk olunacaktır. Havza Şubesi şimdilik gelen kafileleri Amasya’da teşkil edilmekte olan Havza Amele Taburu’na gönderecektir. Amasya Livası içinden sevk edilecek efrad Samsun Amele Taburu’na, Tokat Livası içinden sevk edilecek olan efrad Sivas Amele Taburu’na, Sivas Şubesi efradı Tokat Amele Taburu’na sevk edilecektir.’’[14]

18 Nisan 1921 tarihinde Amele Taburlarının bulunduğu yer ve mevcutları şöyledir:

Samsun Amele Taburu           : 8 subay, 597 er, 5 hayvan, Samsun’da

Havza Amele Taburu             : 5 subay, 339 er, 4  hayvan. Amasya’da

Merzifon Amele Taburu         : 6 subay, 204 er, 6 hayvan, Merzifon’da

Sivas Amele Taburu               : 9 subay,285 er, 6 hayvan, Sivas’ta

Tokat Amele Taburu              : 5 subay, 201 er, Tokat’ta

Çorum Amele Taburu            : Bu sırada henüz kuruluşunu tamamlayamamıştır.[15]

Taburlar bu mevcutlarla yetinmeyip, sayıları arttırılacak ve 800 mevcuda ulaşıldıktan sonra NafiaVekaleti’ne (Bayındırlık Bakanlığı) devredilecekti. Ancak anlaşıldığı üzere henüz bu mevcutlara ulaşılamadan 21 Nisan 1921 tarihinden itibaren taburlar Nafia Vekaleti’ne devredilir. Bu yeni durum üzerine taburlar numaralandırılır.

Samsun Amele Taburu           : 8

Havza Amele Taburu             : 9

Tokat Amele Taburu              :10

Sivas Amele Taburu               :11

Merzifon Amele Taburu         :12

Çorum Amele Taburu            :13 numaralarını alırlar.

Ancak taburlarda sık sık firarlar olmaktadır. Bu durumun önüne geçmek için Müdafai Milliye Vekaleti (Milli Savunma Bakanlığı) 26 Mayıs 1921 tarihinde Amele Taburlarının Mühendis İlyas bey’in emrinde Trabzon-Erzincan hattının doğusuna alınmaları talimatını yollar. Böylelikle firarların önüne geçilebilecek ya da firariler daha kolay yakalanabilecektir. Ağustos ayına kadar taburların sevki gerçekleştirilir. Sadece Çorum Taburu dierlerinden ayrı olarak Yahşihan’a sevkedilir.

Mevcutlar ise şöyledir:

Havza Amele Taburu             17 muhafız, 326 gayr-i müslim

Merzifon Amele Taburu         28 muhafız, 321 gayr-i müslim

Tokat Amele Taburu              15 muhafız, 122 gayr-i müslim

Çorum Amele Taburu            30 muhafız, 404 gayr-i müslim

Sivas Amele Taburu               22 muhafız, 414 gayr-i müslim

Samsun Amele Taburu           30 muhafız, 185 gayr-i müslim

Emniyet Teşkilatı

Merkez Ordusu, Asayiş ya da Emniyet Teşkilatları adı altında aslolarak partizanların takibi ve zorla askere alma amacı taşıyan  örgütlenmeler  oluşturmayı hedefler. Yayınlanan’’Emniyet Teşkilatınını Talimnamesi’’ ile görevleri ve kimlerden oluşacağı açıklanır:

 “Emniyet ve asayiş-i dahiliyenin temin ve muhfazasına muvenet siyasi eşkıyayı tedib ve tenkil, dahili isyan ve iğtişaş zuhurunda men ve itfasına hizmet etmek ve kazalarda, köylerde, yollarda, yaylalarda, mezralarda velhasıl dahili memlekette hırsızlığı ve her fenalığı men ve ahalinin can, ırz ve malını el birliği ile muhafaza, hırsızları işrayı, asker firarilerini ve halkı ifsad eden propagandacıları hükümet kuvvetiyle müştereken derdest eylemek üzere, Emniyet Teşkilatı namında bir teşkilat vücuda getirilecektir.

Emniyet Teşkilatına kayıt ve kabul bervech-i atidir. Emsal-i silah altında bulunmamak, islam olmak, eli silah tutmak, şayan-ı itimad, dindar, müstakim olmak. 50 fişengi ile mükemmel bir tüfek sahibi olmak. Asker firarilerinden hiçbir fert emniyet teşkilatına kabul olmayacaktır. Müsadematta sarf edilen cephane için sarf mazbatası yapılması usul ittihaz edilecektir. Emniyet Teşkilatına dahil olanların sol kollarına kırmızı renkli “Emniyet” yazısına havi beyaz bir pazubend takılacaktır. Bu alametin hizmetten başka zamanlarda taşınması caiz değildir. Emniyet Teşkilatına dahil olanlar menafi-i zatilerini düşünmeyerek yalnız islamın muhafaza-i din ve namus ve istiklal-i milli ve istihzası vatan için istikametle çalışacaklarına dair din ve namusları üzerine yemin edeceklerdir.

Kayıt ve kabul edilenler hakkında takibat-ı kanuniye yapılacaktır. Emniyet Teşkilatına kabul edilenlerin silahlarının cinsi ve numarası ve cephanelerinin miktarı defter-i mahsusasına kayd edilecektir. Emniyet Teşkilatının icrasında liva, kaza ve nevahi merkezlerinde rüesay-ı memurinin, askeriye ve mülkiye ve müdafaa-i hukuk heyet-i merkeziyeleri teşrik-i mesai edecekler ve işbu teşkilatı memlekete nafi bir surette icra ve ikmale gayret ve himmet eyleyeceklerdir.

Emniyet Teşkilatına dahil olanlar hiçbir imtiyaz ve istisnaitayete malik değildirler. Bunlar, kendi mıntıkaları ve livaları dahilinde istihdam edildikleri müddet zarfında mülkiyeye ve indel icab livaları haricinde bir kıta veya cüz-i tam halide istihdam olunmak üzere sevklerinde hareketlerinden itibaren kavanin ve nizamat-ı askeriyeye tabi tutulacaklardır.

Aherin hukukuna tecavüz ve taarruz mezalim ifaı, halkı bizar, kıyama cüret edenler derakeb silahtan tecrit, teşkilattan ihraç, pençe-i kanuna teslim edileceklerdir. Emniyet Teşkilatı sebebiyle ahaliden muhalif-i nizam olarak iane ve eşya vesaire almak memnudur. Her muamele kanuna tevfikan icra edilecektir. Aksi hali müstelzim-i cezadır. Emniyet Teşkilatı, teş kilatı askeriye gibi mangadan itibaren teşkil edecek kumandanları aralarından veya htiyat ve mütekaid zabitandan temin edilecektir. Emniyet Teşkilatı bulunduğu yerin ismiyle yad olunacaktır. “Palu Emniyet Teşkilatı”. Emniyet Teşkilatına kendi binek atlarıyla kaydedilenler, muhabere ve keşif atlısı olarak teşkilata merbuten istihdam olunacaktır.”[16]

Talimnamede, İslam olmak ve dindar olmak en belirleyici özelliktir, Emniyet Teşkilatı içinde yer almak için. Ve  ’’yalnız islamın muhafaza-i din ve namus ve istiklal-i milli ve istihzası vatan için istikametle çalışacaklarına dair din ve namusları üzerine yemin edeceklerdir.’’ Çünkü yok edilecek düşman, Hristiyan halktır. Nasıl ki daha önce  müslüman olmayanlar İttihatçıların gözünde “vatandaş” değil “iç düşmanlar”, hatta Teşkilat-ı Mahsusa şefi Kuşçubaşı Eşref’in deyimiyle “dahili tümörler”dir, bu durum Jöntürklerin ikinci dönemi için de geçerlidir. Ne var ki Merkez Ordusu’nun ve dahi Sakallı Nurettin Paşa’nın bu emri, Genel Kurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı belgelerinden anlaşıldığı kadarıyla hemen hemen hiçbir yerde hayata geçemeyecektir.

Sürgün edilen Rumların eşyalarını ’’gece-gündüzlü’’ yağma ile meşgul Çarşamba Kaza Şube Reisi

İşte bu belgelerden birinde Samsun Çarşamba’da ’’Emniyet Teşkilatı’’nın neden kurulamadığı anlatılırken, sürgün edilen Rumların mallarına ne olduğunu da öğreniyoruz. 25 Temmuz 1921 tarihinde Çarşamba Mıntıka Komutanı Cevdet, Merkez Ordusu Komutanlığı’na  neden Çarşamba’da ’’Emniyet Teşkilatı’’nın kurulamadığına dair bir mektup gönderir:

’’Bir buçuk ay önce, vatanın savunulması için emredilen Emniyet Teşkilatı kurulamamıştır ancak tabur ve bölük komutanları tayin edilmiştir. Sahile yahut köylere Rumlardan bir saldırı olursa, memleket felakete sürüklenecek. Merkez’de on kişilik bir kuvvet bile yok, sahile konulan 5’er, 6’şar postaların ne iaşesi ne de cephaneleri düşünülüyor, hatta postaların orda durduklarından dahi emin değiliz. Bütün bunların sorumlusu nakledilen Rumların eşyalarını ‘gece-gündüzlü’ yağma ile meşgul, Kaza Şube Reisidir.’’ [17]

Merkez Ordusu Komutanı Sakallı Nurettin Paşa hakkında da Pontos Rumlarına ve Koçgiri’de Kürtlere yönelik insanlık dışı uygulamalar yaptığı için meclisce soruşturma açılmış olsa da, daha sonra Mustafa Kemal tarafından soruşturma kapatılmış ve ceza alması engellenmişti.

’’Nurettin Paşa, merkez mıntakasında bir seneye karip ifayi vazife etti. Fakat, salâhiyeti haricinde ahaliden bazılarının hukukuna tecavüz ettiği hakkında meb’usların vuku bulan şikâyetleri ve Dahiliye Vekâletinden istizahları ve Vekâletin de şikâyatı muhik görmesi üzerine, Meclîsin talebile Teşrinisani 1921 bidayetinde azledildi. Meclis, Nurettin Paşanın tahtı muhakemeye alınmasına karar verdi. Bu husus, benimle Heyeti Vekile arasında da bir meselenin hudusunu intaç etti. Ben, Nurettin Paşa hakkında tatbik olunması  talep olunan muameleye iştirak etmedim. Fevzi Paşa Hazretleri de benimle hemfikir oldu. İkimizle Heyeti Vekile arasmda tahaddüe eden ihtilâf Meclisçe hali olundu. Mecliste Nurettin Paşayı müdafaa ettim. Ağır muameleye maruz kalmaktan kurtardım’’[18]

Nurettin Paşa’nın  hakkında soruşturma açılmasına neden olan suçlamalar şunlardı:

1) Koçgiri, Samsun ve sair yerlerde gayr-i mesul kuvvetler kullanmak,

2) 30 bin liralık rüşvet almak,

3) Rum sevki sırasında herkesin gözü önünde yağmacılığın yapılması,

4) Pontusçuların dağlara çıkmasına meydan vermek,

5) 56 kişiyi Samsun’da alıkoymak,

6) Meclis Başkanlığı’ndan tasdik edildi diye beyanname neşretmek,

7) Üstlerini ve astlarını dikkate almadan iş yapmak,

8) Kardeşini Tokat Mutasarrıfı, damadını erkan-ı harbi yaparak aile hükümeti kurmak,

9) Ümraniye  İsyani’nda halk dehalete hazır iken, Topal Osman’a milleti kırdırmak,

10) Ordu mutasarrıfına yetkisi olmadığı halde emir vermek (2)

Bu mektupta bahsi geçen Kaza Şube Reisi’nin de cezalandırılmak bir yana büyük ihtimalle ödüllendirildiğini düşünebiliriz. Zira şikayet makamı, bizzat Pontos Rum Soykırımı’nın uygulayıcı olan Merkez Ordusu ve onun eli kanlı komutanı Sakallı Nurettin Paşa’dır. Meclisin hakkında açtığı soruşturma kapsamındaki suçlamalardan birisi de; 3. maddedir: ”3) Rum sevki sırasında herkesin gözü önünde yağmacılığın yapılması”

Mektuplara Sansür

28 Ekim 1920’de 292 sayılı bir kararname çıkarıldı. ’’Sansür Talimnamesi’’[19] başlığıyla çıkarılan bu kararname ile; içerilerdeki şehir, kasaba ve köylerden, sahil şehir, kasaba ve köylerine, sahil şehir, kasaba ve köylerinden, içerilerdeki şehir, kasaba ve köylere gidecek mektuplar kara hudutları üzerindeki yerlere gidecek ve oralardan gelecek mektupların
sahillere ve kara hudutları üzerindeki büyük merkezlerde sansüre uğraması esası kabul edildi.

9 Aralık 1920 tarihinde Müdafaa-i Milliye Vekaleti’nin (Savunma Bakanlığı) emriyle Pontos’ta sansür resmi olarak başladı. Sansür uygulamasının bazı şikayetlere sebep olduğu anlaşılıyor belgelerden. Örneğin aileleri Sivas’ta bulunan Merkez Ordusu’na bağlı subaylar mektuplarının sansür yüzünden uzun süre Sivas Posta Telgraf Müdürlüğü’nde kaldığını bildirirler.[20]
Samsun’da da, personel sıkıntısı çekilmektedir. 29 Ağustos 1921’de Merkez Ordusu’nun Müdafaa-i Milliye Vekaleti’ne (Savunma Bakanlığı) gönderdiği yazıda, Samsun’da sansür işlerinin polis komiserleri ve hükümetten bir kısım memurların yardımıyla yapıldığını, bunların bir çoğunun tayin olduğunu ve bunların yerine boş bulunan öğretmenlerin getirildiği belirtilir. İşlerin yolunda yürümediği ve bir an önce ıslahının doğru olacağı vurgulanır.[21]

Bu arada, Samsun Rumlarının Rumca gazeteleri okuduğunu öğrenen Mustafa Kemal, 20 Nisan 1920’de Samsun Mutasarrıflığına çektiği bir telgrafta, özellikle buna izin verilemeyeceğini belirtir. Bunun için de,  Samsun Mutasarrıflığı’na (Valilik) posta yoluyla ve diğer yollarla Samsun’a gelebilecek olan İstanbul basınına karşı çok ciddî ve kesin tedbirler alınmasını isteyen bir telgraf yollar:

Şifre telgraf. 20.4.36 (20 Nisan 1920)

’’Samsun Mutasarrıflığına,

Vatanın şu hayat ve memat cidalinde İstanbul’da düşman elinde ve emrinde olan payitaht matbuatına karşı pek ciddî bir kontrol tatbiki taht-ı elzemiyettedir. Samsun Rumlarının Rumca gazeteleri alıp okuduklarından bahsediliyor. Bilhassa buna asla cevaz olamaz. Binaenaleyh posta ile veya sûver-i şâire ile gelebilecek İstanbul matbuatına karşı pek ciddî ve kat’î tedâbir alınması lüzumunu tekrar beyan ederiz efendim’’[22]

SAMSUN’DA PONTOS RUM SOYKIRIMI YAĞMASI VE İDAMLAR (EYLÜL 1921)

Sadece 1921 yılının Eylül ayında Samsun’da idam edilenlerin listesine baktığımızda, hemen bütün ticaret ve zenaatla uğraşanların yanı sıra, doktor, avukat ve eczacıların da olduğunu görürüz. İdamlar, katliamlar ve sürgünlerden oluşan Pontos Rum Soykırımı sürecinin sadece bir şehirdeki bir aylık döneminin bilançosu bile, bütün Pontos’ta yaşanan vahşetin tablosunu ortaya seriyor. Ki burada göreceğimiz bu büyük servetin, soykırımı süreciyle birlikte yağmalanması ve yeni kurulacak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne sermaye olmasıdır. Pontos’taki zulümlerin ve katliamların, daha sonra da mübadele adı altında Rumların kadim topraklarından sökülmelerinin nedeni asıl bu zenginlikten kaynaklanmaktadır. 1915 yılı öncesi Samsun ekonomisini özetleyen tabloya bakıldığında, hemen tüm meslek dallarında Rumların ağırlıkta olduğu görülür.[23]

Faaliyet   Toplam İşletme         Rum           Ermeni               Müslüman       Diğer/Yabancı

Fırın                         17                    3                     14                       –                        –

Kitapçı                     2                     2                     –                        –                        –

Yün Tüccarı             7                     3                     1                        3                        –

Mutfak Eşyası         13                    10                    1                        1                        –

Deri Tüccarı             6                     4                     1                        1                        –

Avukat                    10                    6                     3                        1                        –

Marangoz                7                     7                     –                        –                        –

Lokanta                   5                     1                     –                        –                        –

Tütün Tüccarı          28                    18                    3                        –                        6

Tatlıcı                      2                     2                     –                        –                        –

Demir Tüccarı          3                     –                     3                        –                        –

Banker                     4                     4                     –                        –                        –

Ayakkabıcı              12                    9                     3                        –                        –

Eczacı                       6                     6                     –                        –                        –

Fotoğrafçı                3                     2                     1                        –                        –

Kumaş Tüccarı        5                     4                     1                        –                        –

Sigortacı                  10                    9                     1                        –                        –

Samsun’da 1921 yılına girilirken belediye meclisinde yedi sandalyeden beşi Rumlara aittir. Ticaret Odası’nın yönetim kurulunda 4 Rum, 3 Ermeni ve 1 Müslüman tüccar vardır. Ziraat Meclisi’de ise 6 Rum, 2 Müslüman vardır.[24]

Amasya, Samsun İstiklal Mahkemelerince yargılanıp Eylül 1921 yılında idam edilenler[25]:

1.                  Gazeteci Bazilyos Papadopulos
2.                  Tüccar Elefter Tersimanoğlu
3.                  Reji Görevlisi K.Konstantinides
4. Loreantis Taşçıoğlı
5. Aleks Haralambosoğlu
6. Gergi Haralambosoğlu
7.                  Tüccar Greg Gregoriades
8.                  Tüccar Aleks İştigaroğlu
9.                  Eczacı Teolog Dimitriades
10.              Tüccar Teajen Enfiyecioğlu
11.              Eczacı Kris Kristoforides
12.              Tüccar Sabbas Antonoğlu
13. İlyas Panayatoğlu
14. Teodor Cankoğlu
15. Karpaseriroğlu
16. Panayotis Kandelanaptis
17.              Sigortacı Konstantin Papazoğlu
18.              Tüccar Perikles Nikolaides
19. Platon Yelkencioğlu
20. Sokrat Skonderoğlu
21. Temistokles Antonoğlu
22. Jorj Piroğlu
23. Nikolas Teoloğlu
24. Hacis Sinekoğlu
25. Konstantin Hacis Karalamboğlu
26.              Ziraatçı Konstantin Sinekoğlu
27.              Kahvehane Sahibi Kristos Jeoroğlu
28. Stavros Kuyumcuoğlu
29.              Tüccar Dimitri Aleksiadis
30. Temistokles Ksityaz
31.              Bankacı Sofokles Anatavaloğlu
32.              Tüccar Haralambos Panteloğlu
33.              Doktor Paris Şamlacis
34.              Tüccar Jorj İsavuzoğlu
35. Jorj Savaoğlu
36.              Osmanlı Bankası Müdürü P.Papadopulos
37.              Tüccar Jorj Yelkencioğlu
38.              Doktor Şaral Gregoriades
39.              Doktor Pol Rafaeloğlu
40.              Reji Görevlisi Nikol Yordanoğlu
41.              Tüccar Jan Burdenoğlu
42.              Tüccar Anestis Melides
43. Jan Antavaloğlu
44.              Tüccar Antuan Hacı Antonoğlu
45. Anastas Çetecioğlu
46.              Doktor Dimitri Papazoğlu
47. Antuan Cinoğlu
48.              Tüccar Pantelis Arzoğlu
49. Yordan Katemcioğlu
50. Charalampe Tacaloi
51. Kuyumcuoğlu
52. Theocharidis
53.  Youvanaki
54.  Lambrianos
55.  Anastage
56.  Symeonaki
57.  Symeon Ananiadis
58. Paul Panaoğlu
59. Lazare Terzioğlu
60. Horhoroğlu
61. P. Ovitaoğlu
62. Stavros Higalas
63. Vassiloğlu
64. Philippe Theophilidis
65. İsaak Tokatlıoğlu
66. Treophilidis
67. Loidas
68. Georgias Papamaroğlu
69. Konstantin Minaoğlu
70. Savas Polikronoğlu
71. Minas Yanioğlu
72. Stavros Totikoğlu
73. Christos Yaneoğlu
74. Hercule Telnayoğlu
75. Jean Yorgioğlu
76. Anesti Kirakoğlu
77. Konstantin Nikoloğlu
78. Jourdain Lefteroğlu
79. An. Konstantinoğlu
80. Mustache Michailoğlu
81.  Chirstos Hacioğlu
82. Photas Lazareoğlu
83. Haci Dimiğtri Yaneoğlu
84. Georges
85.  Basile Anastasoğlu
86. Dimitri Yaneoğlu
87. Philippeoğlu
88. Hampo Constantinoğlu
89. Kyriaco Lazaroğlu
90. Jean Dimitrioğlu
91. Perikles Papailiaoğlu
92. Charilaos İliaoğlu
93. Basil Kyriacoğlu
94. Savas Timoğlu
95. Elie Yaroğlu
96. Georges Constantinoğlu
97. David Kyriacoğlu
98. Kyriaco Yaneoğlu
99. Emanet Savaoğlu
100. Sava Constantinoğlu
101. Paul Vasiloğlu
102. Georges Uzunsavaoğlu
103. Eftimios Aliacozoğlu
104. Christos Aliacozoğlu
105. Georges Carassavaoğlu
106. Josephe Constantinoğlu
107. Anesti Hacıoğlu
108. Eustache Constantinoğlu
109. Athanasse Totoroğlu
110. Anesti Michailoğlu
111. Panicaaoğlu
112. Yani Panigiotoğlu
113. İoakim Savvaoğlu
114. Emmanuel Hacioğlu
115. Paras Savaoğlu
116. Christos Pavlosoğlu
117. Georges Stavrosoğlu
118. Stavri Lefteroğlu
119. Theodore Lefteroğlu
120. Georgesoğlu
121. İstil
122. Christo İliaoğlu
123. Panagiote Pavioğlu
124. Kyriaco Tororoğlu
125. Youvan Yanioğlu
126. Benjamin Caloudioğlu
127. Lazare Cabriloğlu
128. Gabrieloğlu
129. Cyriaco Simonoğlu
130. Theogon Kiryaoğlu
131. Stavros Yordanoğlu
132. Georica Dimitiroğlu

Dipnotlar:

[1] Nutuk, 1927, Mustafa Kemal, Sayfa 456

[2] Nutuk, Cilt II, 1920-1927, Mustafa Kemal, Sayfa 612

[3] T.C. Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Arşivi, Klasör No: 727,  Dosya 1A, Fihrist 2

[4] Kazım Karabekir, İttihat ve Terakki Cemiyeti, Emre Yayınları, 1982, Sayfa 180

[5] T.C. Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Yayınları, Türk İstiklâl Harbine Katılan Tümen ve Daha Üst Kademelerdeki Komutanların Biyografileri, Sayfa 32

[6] T.C. Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Yayınları, Türk İstiklâl Harbine Katılan Tümen ve Daha Üst Kademelerdeki Komutanların Biyografileri, Sayfa 33

[7] T.C. Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Arşivi, Klasör No: 605,  Dosya173, Fihrist 4.3

[8] T.C. Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Arşivi Klasör No: 605, Dosya173, Fihrist 4.4

[9] T.C. Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Arşivi, Klasör No: 727,  Dosya1A, Fihrist 9

[10] T.C. Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Arşivi, Klasör No: 1120,  Dosya 2, Fihrist 33

[11] T.C. Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Arşivi, Klasör No: 730,  Dosya18, Fihrist 4

[12] T.C. Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Arşivi, Klasör No: 730, Dosya18, Fihrist 19.01

[13] T.C. Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Arşivi, Klasör No: 730,  Dosya18, Fihrist 36

[14] T.C. Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Arşivi, Klasör No: 730,  Dosya18, Fihrist 37

[15] T.C. Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Arşivi, Klasör No: 730,  Dosya18, Fihrist 222

[16] T.C. Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Arşivi, Klasör No: 1122,  Dosya12, Fihrist 117

[17] T.C. Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Arşivi, Klasör No: 1878,  Dosya 8, Fihrist 6

[18] Nutuk, Cilt II, 1920-1927, Mustafa Kemal, Sayfa 612

[19] T.C. Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Arşivi, Klasör No: 727,  Dosya 1 A, Fihrist 12

[20] T.C. Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Arşivi, Klasör No: 1128,  Dosya 33, Fihrist 3.46

[21] T.C. Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Arşivi, Klasör No:1128,  Dosya 33, Fihrist 3.5

[22] T.C. Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı, İstiklâl Arşivi, Klasör, 259, Dosya 19, Fihrist 89

[23] Pontos’un Zenginliği ve Pontos Soykırımı (Makale), Sait Çetinoğlu

[24] Pontus Meselesi (1912- 1923)(Makale), Stefanos Yaresimos, Toplum ve Bilim Dergisi, Güz sayısı 1988, Sayfa 35

[25] TBMM Arşivi, Rumuz i, Dosya 8

Ve Samsun’da yayınlanan 25 Eylül 1921 tarihli Türkçe ’’Eşali’’ gazetesindeki liste.

Kaynak: devrimcikaradeniz.com

19 mayıs soykırım gününü bayram olarak kutlama ahlaksızlığını bırakın

19 MAYIS SOYKIRIMI GÜNÜNÜ BAYRAM OLARAK KUTLAMA AHLAKSIZLIĞINI BIRAKIN!..

DEVRİMCİ KARADENİZ

19 MAYIS SOYKIRIMI GÜNÜNÜ BAYRAM OLARAK KUTLAMA AHLAKSIZLIĞINI BIRAKIN!..

Tamer Çilingir

Kimileriniz ellerinizde bayraklarla tören meydanlarına koşacaksınız biliyorum.
19 Mayıs’ın anlam ve öneminden bahsedilen konuşmalar yapacak olanları dinleyecek, çoşacaksınız. Bir kez daha ‘’ne mutlu Türküm diyene’’ demenin gururunu hissedeceksiniz.
Çünkü bir kez daha yinelenecek aynı hikaye; işgal altındaki topraklarımızı kurtarmak için İngilizlerden ve Osmanlı Padişahı’ndan gizli olarak yıkık dökük bir gemiyle İstanbul’dan Samsun’a giden bir kahramandan, mavi gözlü sarışın Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı’nın nasıl başlattığı hikayesinden dem vurulacak.
Yedi düvele karşı nasıl büyük bir kahramanlık destanı yazıldığı söylenecek. Anti emperyalizm bayrağı altında işgalcilerin nasıl yenilgiye uğratıldığı ve aksi halde adlarınızın Yorgo veya Dimitri olabilecekken, şimdi Ahmetler, Mehmetler olduğunuz ifade edilecek. Büyük coşkuyla ’Gençlik Marşı’nı söyleyeceksiniz.

YALANLARLA YAŞIYORSUNUZ!..

Ne 19 Mayıs 1919 emperyalizme karşı verilmiş bir kurtuluş savaşıdır, ne Mustafa Kemal Samsun’a gizli saklı gitmiştir.

19 MAYIS 1919 SAMSUN

Mustafa Kemal’in 9.Ordu (12 Haziran 1919’dan başlayarakbu unvan 3.Ordu olarak değiştirilmiştir) Müfettişliğine atanmasıyla ilgili yönetmelik Meclis-i Vükela[1] tarafından 6 Mayıs 1919’da onaylanır.

Yani Kemalistlerce 1930’lardan sonra yazılan yeni resmi tarihe göre ’’vatan haini’’ ilan edilmiş İstanbul’daki mecliste alınmış bir karardır, Mustafa Kemal’in Samsun’a gidişi. Üstelik de bu onayla Mustafa Kemal’e verilen yetki, askeri yönden ’’başkomutanlık’’, mülki idare yönünden “Genel Vali” yetkisidir.

Sadi Borak’ın Atatürk adlı kitabında Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçmeden önce 6 Mayıs 1919’da Harbiye Nazırı Şakir Paşa ile yaptığı görüşme[2] şöyle aktarılır:

“Şakir Paşa bir dosya uzattı bana, (sonra): ‘Bunu okur musunuz?’ dedi. Dosyayı baştan nihayete kadar gözden geçirdim: Özeti şuydu. ‘Samsun ve bölgesinde birçok Rum köyleri Türkler tarafından her gün tecavüze uğramaktadır. Osmanlı Hükümeti bu vahşi saldırıların önüne geçememektedir. Bu bölgenin güven ve huzurunu sağlamak, insanlık adına borcumuzdur.’ (İşgal kuvvetleri subayı) Raporlar İstanbul Hükümeti’ne verilirken bir de protesto ilave edilmişti: Bu tecavüzleri engellemek lazımdır. Eğer siz acizseniz, görevi üstümüze alacağız.”

Görüldüğü üzere öncelikle Karadeniz’de yaşanan duruma dair bir tespitte bulunulmaktadır. Rum köyleri, her gün tecavüze uğramaktadır. Ve Osmanlı yönetiminin bu konuda aciz olduğu iddiasıyla İngilizler, bir uyarıda bulunmuşlardır.

Anlaşıldığı üzere İngiliz yönetimi işgali İstanbul ile sınırlı tutmak istemektedir. Oysa Mondros Mütarekesi Antlaşma maddeleri gereği, pekala İngiliz askerleri sözde bu aciziyeti ortadan kaldırmak için kendileri de Karadeniz’de “önlem alabileceklerken” Osmanlı yönetimini uyarmışlardır.

İşin ilginç yanı ise Osmanlı Hükümeti’nin hakkında arama kararları aldığı hatta idamla yargılanmasını talep ettiği “Kuvayi Milliyeci” subayların bu göreve hem de İstanbul Hükümeti tarafından uygun görülmeleridir. Bu durum çelişkili bir durumdur. Ama bu çelişki, sadece bununla da sınırlı değildir. Mustafa Kemal ve 34 arkadaşı Samsun’a gitmek için İngilizlerden vize almıştır.

MUSTAFA KEMAL VE 34 YÜKSEK RÜTBELİ SUBAYA, İNGİLİZLER TARAFINDAN  VERİLEN ’’SAMSUN’’ VİZESİ

Samsun’a gidecek olan sadece Mustafa Kemal değildir. Mustafa Kemal’in yanı sıra 34 kişiye daha İngilizler tarafından Samsun’a gidiş vizesi verilmiştir. İstanbul’da 1919’da İngiliz Karargahı’nda istihbarat subayı olarak görevli yüzbaşı Bennett, Mustafa Kemal ve ekibinin İstanbul’dan ayrılıp Samsun’a gitmesi için vizeyi veren kişidir. Yüzbaşı Bennett, Nezih Uzel’in “Atatürk’e nasıl vize verdim” adlı kitabında da bu vizeyi kaç kişiye, nasıl verdiğinin hikayesini şöyle anlatır:

“Mustafa Kemal ile 1 Mayıs 1919’da tanıştım… Samsun’a 35 kişinin gideceğini görünce şüphelendim… Evet, bunun için benim mesuliyetimin üstünde gördüm. Bunların hepsine vize vermek, çünkü bana 3-4 kişi gidecek, vize vereceksiniz yani talimat, emir verildi. 35 kişi ve bunların hepsi büyük adamlar. Yani levazım filan değildir. Bütün evrakı aldım. Ve Şişli’deki İngiliz Kumandanlığı’na gittim. 3-4 kişi yerine 35 kişi vize ister, vizeyi verebilir miyim? Onlar telefon ettiler ve cevap geldi ki: Siz veriniz. Biz evvela İngiliz Başkomiserliğine, o zaman Rumbolt komiserdi, sefir yoktu. Onlar bize cevap verdiler: Mustafa Kemal gitsin ve ne ki lazımsa yapsın. Ben derhal gittim, vizeyi verdim. Vizeleri imza ettim ve teslim ettim. Ben anladım ki orada bir heyecan var, anladım ki yani bir şey var, fakat ben hiçbir şey söylemedim… Biliyorsunuz Yunanlar daha işgal etmemişlerdi değil mi? Yunanların işgal ettiği haberi gelince bunlar derhal karar verdiler. Çünkü benim gördüğüm hal, oradaki Harbiye Nezareti’nde hazırlık tamam değildi. Belki bunun için biz 35 kişiye vize verdiğimiz halde, yalnız 19 kişi gitti. Hepsi hazır değildi. Gazete 19 kişi der fakat ben hatırımda çok iyi kalıyor ki 35 kişiye vize verildi. Fakat bu İzmir işgali sebebiyle acele gitmişler ve kim ki hazır değildi, sonra gelsin denildi, ben öyle anladım. Bence İsmet Paşa isteseydi giderdi, evrakı hazırdı, mani yoktu. Vizesi, her şeyi vardı, tabii o biraz geç kaldı. Birkaç hafta sonra gitti değil mi? Ben o zaman irtibat zabitiydim. İstihbarata Eylül’de 3 ay sonra atandım. Bu nisan, mayıs, haziran, temmuzda ben hep, şey, ben hep Harbiye Nezareti’ndeydim.”[3]

İngiliz İstihbarat Subayı vize verilecek olanların 3-4 kişi olduğunu sanıp 35 kişilik listeyle karşılaşınca, şaşkınlığını anlatıyor. Ve bu kadar insana vize verilmeyeceği düşüncesiyle Şişli’deki İngiliz Kumandanlığı’na gittiğini söylüyor. Ama yapılan bir telefon görüşmesiyle 35 kişinin tümüne vize onayı çıkıyor.

İstihbarat subayının anlatımlarındaki “Orada bir heyecan var, anladım ki yani bir şey var, fakat ben hiçbir şey söylemedim” ifadesi de işin arkasında başka bir şey olduğu şüphesini uyandırıyor. Yani Mustafa Kemal ve arkadaşlarının yazdıkları resmi tarihe bakarsak, İngilizlerin tehdit olarak gördüğü kişiler olması gerekiyor. Hem İngilizlerin hem Padişah’ın hem de İstanbul Meclisi’nin düşman olarak gördüğü Mustafa Kemal ve arkadaşlarının üstelik de yüksek rütbeli subaylardan oluşan 35 kişinin Samsun’a gidişinin onaylanması ne kadar olağandır?

Yüzbaşı Bennett’in hikayesini anlattığı vizenin mühürlü fotoğrafı Kazım Karabekir’in “Paşaların Hesaplaşması” kitabında yer almıştır.[4]

Ne hikmetse Kemalistlerce kendilerine karşı anti-emperyalist kurtuluş mücadelesini başlattıklarını iddia ettikleri İngilizler “Bandırma Vapuru ile 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkma vizesi”ni Mustafa Kemal ve arkadaşlarına bu kadar rahat vermiştir.

Kazım Karabekir de günlüklerinde Samsun’a giden Bandırma Vapuru’nda üst düzey bazı subayların isimlerini şöyle aktarır:

19 Mayıs 1919 Pazartesi

Mustafa Kemal Paşa bugün Bandırma vapurundan Samsun’a çıkmıştır. 16 Mayıs’ta İstanbul’dan hareket etmişler. 21’de ben haber aldım. Yanında Refet Paşa, Miralay Kazım Bey (Erkan-ı Harbiye Reisi), Kaymakam Arif Bey (1. Şube Müdürü), Binbaşı Hüsrev Bey (2. Şube Müdürü),Miralay İbrahim Tali Bey (Sıhhıye Reisi), Doktor Refik Bey (Hususi Tabip).

Rauf Bey nezdinde Recep Zühtü (Gazeteci), Yüzbaşı Tufan Bey, İzmit sabık mutassarrıfı Süreyya Bey olduğu halde Amasya’ya iltihak etmişlerdir.’’[5]

Öte yandan Mustafa Kemal’in Samsun’a kırık dökük bir vapurla (Bandırma) gitmediğini öğreniyoruz… Bunun uydurma olduğunu, Genelkurmay’ın ATASE arşivindeki bir belge yalanlıyor. Belgede “Bandırma vapuruna 20 subay, 5 memur, 50 küçük subay (silahlı), 51 küçük subay (silahsız) bindirilecek. Yanlarına 17 binek hayvanı, 49 katır, 4 tane de otomobil verilecektir” ifadesi yer alıyor.[6]

Zaten Yunanların İzmir’e çıkmasıyla birlikte, İttihat ve Terakki’nin planı olan “Anadolu’yu Hristiyanlardan temizleme operasyonu”nun ikinci etabı için; yani Rumların tehcir ve soykırımı aşamasına meşruluk zemini oluşturulmuştur.

Anlaşılmaz olan şudur. Bugüne kadar herhangi bir tarihçi nasıl, bu belgelerle karşılaşıp da şöylesi şüpheler taşımamıştır?

1-Resmi tarihe göre İngilizler tarafından tehlikeli görülen yüksek rütbeli Kemalist subaylara neden Samsun vizesi verilmiştir?

2- Resmi tarihe göre padişah ve İstanbul Hükümeti nezdinde vatan haini olan Kemalistlerin Samsun’a gidişi Padişah ve özellikle de Meclis-i Vükela; yani İstanbul hükümeti tarafından neden onaylanmıştır?

3- Yunanların İzmir’e çıkarılması acaba İngilizlerin bilinçli bir politikası mıdır? Çünkü bu durumda ‘Anadolu’daki Rumlar böyle bir savaşta Yunanların yanında yer alacaktır’ yargısıyla  ve tabi propagandasıyla Kemalistlerin Anadolu’daki bütün Rumlara karşı soykırımı ve sürgün politikaları meşru bir zemin kazanacaktır.

4-Askeri olarak hiçbir gücü olmayan, ordusu dağıtılmış, İngilizlere karşı tek kurşun atmadan yedi düvele karşı anti-emperyalist kurtuluş savaşı verdiğini iddia eden Kemalistler, Sevr’e karşı Lozan’ı nasıl kabul ettirmişlerdir?

Mustafa Kemal’den ilk şifre

Ve son olarak 21 Mayıs 1919 Çarşamba  tarihinde günlüğüne yazdıkları, daha doğrusu sordukları dikkat çekiyor:

Mustafa Kemal’den ilk şifre:

Neden Samsun’a çıkmış.

Neden Samsun’da vakit geçiriyor.

Memuriyeti kabul ettim diyor. Neden daha evvel etmedi.

Bu memuriyet nedir? Padişah ve Ferit Paşa’nın birer neferi gibi hizmet edeceğiz diye gazetelerde beyannameleri vardı. Kemal Paşa’yı mukavemet için mi gönderdiler.

‘Fahri Yaver-i Padişahi’ dediğine nazaran Padişah tarafından bir vazifedar mı idi.”[7]

Kazım Karabekir bu günlüklerini yazdığında henüz Mustafa Kemal’in saflarındadır. Ya kafası karışmıştır bütün bu olan bitenden, ya da herşeyin farkındadır ama bunu dile getirmiyor.

Ama bütün bu yazılanların tarihsel bir karşılığı vardır. 19 Mayıs 1919, İttihatçıların başlattığı ve ilk olarak Ermeni, Süryani ve Rumları  kapsayan Hristiyanlara yönelik planın, ikinci etabının başlandığı tarihtir. Mustafa Kemal ve arkadaşları, Karadeniz’de yerel çetelerle birlikte, 353.000 kişinin canına, (Karadeniz’den 200 bine yakın) 1 milyon 250 bin Rum’un Mübadeleyle sürgün edilmesine yolaçacak Pontos Rum Soykırımını gerçekleştirmiştir.

Hepinizin çok iyi bildiği Gençlik Marşı, hani güya Mustafa Kemal’in mırıldandığı söylenen marşa gelince; aslen İsveç anonim şarkısıdır. Üç şırfıntı kız (Tre trallande jäntor) adı ile bilinir, üç kız kardeşin ormandaki maceralarını anlatmaktadır. Bestesi Felix Körling’e (1864-1937) sözleri Gustaf Fröding’e (1860-1911) aittir.
Çalışmıştır anlayacağınız… Üzerine Türkçe sözler yazılıp Gençlik Marşı diye yutturulmuştur yüz yıldır…

Tıpkı hayatları çalınan Pontos Rumu 353 bin insan gibi,
tıpkı yurtları ellerinden alınıp sürgün edilen 200 bine yakın Pontoslu Rum gibi,
ve geride kalan bizlerin çalınan geçmişimiz gibi, kimliğimiz gibi…
19 Mayıs Pontoslu Rumlar için acı, hüzün, işkence, ölüm demektir, SOYKIRIMI demektir.
Şimdi kendinize gelin Soykırımı gününü bayram olarak kutlama ahlaksızlığına son verin.

[1] Meclis-i Vükela Osmanlı Devletinde Sadrazamın başkanlığındaki Şeyhülislamla diğer bakanlardan meydana gelen meclisin adı; vekiller meclisi. Bu meclis, devletin iç ve dış siyasetiyle ilgili önemli konularda kararlar alırdı. Buna “Meclis-i Has” “Meclis-i Hass-ı Vükelâ” da denirdi ki Kabine, yani Bakanlar Kurulu demektir.

[2] Sadi Borak, Atatürk, Başak Yayınevi 1973, sayfa 221-224’ten aktaran, Nevzat Onaran Cumhuriyet’te Ermeni ve Rum mallarının Türkleştirilmesi, Enval-i Metruke’nin Tasfiyesi-2 Evrensel Basım Yayın, Ekim 2013, sayfa 38-39

[3] Nezih Uzel, Atatürk’e nasıl vize verdim, Selis Kitaplar, İstanbul 2008, sayfa 126-131

[4] Kazım Karabekir, Paşaların Hesaplaşması, sayfa 279-283. Aktaran Nevzat Onaran Cumhuriyet’te Ermeni ve Rum mallarının Türkleştirilmesi, Enval-i Metruke’nin Tasfiyesi-2 Evrensel Basım Yayın, Ekim 2013, sayfa 42.

[5] Kazım Karabekir, Günlükler 1906-1948 1. Cilt, Yapı Kredi Yayınları, sayfa 596.

[6] Aktaran, Z. Türkmen „Mütarekeden Milli Mücadele’ye Mustafa Kemal Paşa, Bengisu Yayınları, 2010, sayfa 146.

[7] Kazım Karabekir, Günlükler 1906-1948 1. Cilt, Yapı Kredi Yayınları, sayfa 597.

Devrimci Karadeniz’den Bern’de Pontos paneli gerçekleştirildi

PONTOS RUM SOYKIRIMI’NI GÖREMEYENLER HALA RESMİ TARİH MASALLARIYLA UYUMAYA/UYUTMAYA DEVAM EDİYOR

DEVRİMCİ KARADENİZ

PONTOS RUM SOYKIRIMI’NI GÖREMEYENLER HALA RESMİ TARİH MASALLARIYLA UYUMAYA/UYUTMAYA DEVAM EDİYOR

Leyla Poyraz / BERN

“19 Mayıs 1919 Karadeniz’deki Rumlarının soykırıma uğratılmasının en önemli adımıdır. Pontos Rum Soykırımı 1894’te II. Abdulhamid ile başlayan ve İttihat ve Terakki ile devam ettirilip Mustafa Kemal tarafından tamamlanan Müslüman olmayanların imhası projesinin en önemli ayaklarından biridir. 19 Mayıs 1919 ilk olarak Ermeni , Süryani ve Rumları kapsayan Hristiyanlara yönelik planın, üçüncü etabının başladığı tarihtir.”

İsviçre’nin Başkenti Bern’de Devrimci Karadeniz tarafından düzenlenen “Karadeniz Gerçeği” adlı panelde konuşan araştırmacı yazar Tamer Çilingir bu sözlerle başladı konuşmasına…

Bu topraklarda yaşanan soykırımlardan bahsederken Ermeni, Süryani, Pontos olarak ayırtetmenin egemenlerin işine yaradığını ifade eden Çilingir, “Oysa bu toprakların kadim halklarının yok edilme projesi çok daha uzun yıllara yayılıyor. Hükümetler, katledenler değişse de başlangıçta adım adım başlayan bir ‘soykırım projesi’dir bu. Osmanlı, İttihat ve Terakki ile Mustafa Kemal hristiyanları yok etmeyi ve mallarına el koyarak yeni bir devlet kurmayı planlamışlardır” diye konuştu.

19 Mayıs 1919’un Mustafa Kemal’in emperyalizme karşı savaşmak  ve ‘Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak için padişahtan ve İngilizlerden gizli Samsun’a geçtiğine resmi tarihte yer verildiğini söyleyen Çilingir, birçok belgede Mustafa Kemal’in hem padişahın izni hem de İngilizlerin vizesiyle Samsun’a gittiğinin ortaya çıkarıldığını söyledi. Çilingir şöyle konuştu:

“Samsun’a gidecek olan sadece Mustafa Kemal değildir. Mustafa Kemal’in yanı sıra 34 kişiye daha İngilizler tarafından Samsun’a gidiş vizesi verilmiştir. İstanbul’da 1919’da İngili Karargahında istihbarat subayı olarak görevli yüzbaşı Bennett, Mustafa Kemal ve ekibinin İstanbul’dan ayrılıp Samsun’a gitmesi için vizeyi veren kişidir. Yüzbaı Bennett, Nezih Uzel’in ‘Atatürk’e vizeyi nasıl verdim’ adlı kitabında da bu vizeyi kaç kişiye, nasıl verdiğinin hikayesini anlatır. Bennett, 35 üst düzey subayın Samsun’a geçişine izin verilmemesi gerektiğini İngiliz Başkomiserliğine ilettiğini ancak ‘Mustafa Kemal gitsin ve ne lazımsa yapsın’ yanıtını aldığını anlatır. Bennett, şaşkınlığını ‘Yunan işgali bile henüz başlamamıştı, ben anladım ki orada bir heyecan var, anladım ki yani bir şey var’ sözleriyle anlatır.

KURTULUŞ SAVAŞI DİYE ANLATILAN KARADENİZ’DEKİ RUMLARIN İMHASIDIR

Zaten Yunanların İzmir’e çıkmasıyla birlikte İttihat ve Terakki’nin planı olan “Anadolu’yu Hristiyanlardan temizleme operasyonu”nun ikinci etabı için; yani Rumların tehcir ve soykırımı aşamasına meşruluk zemini oluşturulmuştur.”

Tamer Çilingir, şu sorulara resmi tarihçiler tarafından hiç yanıt verilmediğine de dikkat çekti:

1-Resmi tarihe göre İngilizler tarafından tehlikeli görülen yüksek rütbeli Kemalist subaylara neden Samsun vizesi verilmiştir?

2-Resmi tarihe göre padişah ve İstanbul Hükümeti nezdinde vatan haini olan Kemalistlerin Samsun’a gidişi Padişah ve özellikle de Meclis-i Vükela yani İstanbul Hükümeti tarafından neden onaylanmıştır?

3-Yunanların İzmir’e çıkarılması acaba İngilizlerin bilinçli bir politikası mıdır? Çünkü bu durumda ‘Anadolu’daki Rumlar böyle bir savaşta Yunanların yanında yer alacaktır’ yargısıyla ve tabii propgandasıyla Kemalistlerin Anadolu’daki bütün Rumlara karşı soykırımı ve sürgün politikaları meşru bir zemin kazanacaktır.

4-Askeri olarak hiçbir gücü olmayan, ordusu dağıtılmış, İnilizlere karşı karşı tek kurşun atmadıkları halde yedi güvele karşı anti-emparyalist kurtuluş savaşı verdiğini iddia eden Kemalistler, Sevr’e karşı Lozan’ı nasıl kabul ettirmişlerdir?”

Tamer Çilingir Mustafa Kemal ve arkadaşlarının 19 Mayıs 1919’da Karadeniz’e adım atar atmaz yürüttükleri faaliyetlere ve kurulan merkez ordusuna ilişkin de şu bilgileri verdi:

“Mustafa Kemal ve arkadaşları ilk olarak Topal Osman, Kel Hasan, Halil Tapanoğlu, Said Tapanoğlu, Mehmet Tataloğlu, Kara Mehmed, Larçınzade Hakkı Bey, Mehmet Tirali, İpsiz Recep gibi çetecilerle görüşürüp Pontos Rumlarına yönelik bir katliam politikası yürüttü. Katledilen binlerce Rumun çoğu sivil halktı.

MERKEZ ORDUSU PONTOS DİRENİŞİNE HAKİM OLABİLMEK İÇİN KURULDU

Rumlar daha önce de Ermeni ve Süryanilerin katledilmelerine tanıklık etmişti. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından İttihatçıların Müslüman olmayan uluslara yönelik techir politikaları soykırımına dönüşmüştü. 1911’de başlayan Rum sürgünlerinden sonra 1919 yılına kadar 150 bine yakın Pontoslu Rum katledilmişti. Can güvenliği kalmayan Rumların tek çaresi ise örgütlenmek ve direnmekti. Resmi tarihçilere göre bile partizanların 1920 yılının Aralık ayındaki sayısı 25 bin civarındaydi. Ve tüm köy, kasaba, ilçelerde Rum halkı partizanlara destek veriyordu.

Bu tarihlerde bağımsız Pontos fikri de tahil olmak üzere farklı kurtuluş önerilerini içeren siyasi yapılar ortaya çıktı. İşte Merkez ordusu tamamen bu özgürlük hareketini yok etmek amacıyla kuruldu. Mustafa Kemal de Nutuk’ta yer verdiği ifadesiyle dahili isyanları bastırmanın daha önemli olduğuna dikkat çekerek Merkez Ordusu’nu kurduklarnı ve Nurettin Paşa’yı kumandan yaptıklarını söylüyordu. Ordu karargahının Amasya olarak seçilme sebebi ise Karadeniz’de yaşanan Pontos direnişine hakim olabilme düşüncesiydi.”

Çilingir, Pontos Rum Soykırımı’nın anlı şanlı tarih hikayelerinde anlatılmadığını, kimi kaynaklarda ise Anadolu’da süren bir “anti-emperyalist kurtuluş savaşı” masalının arkasına sığınılarak birkaç ‘çapulcu, çeteci Pontoslu Rum’un ayaklanmasının bastırılması olarak açıklandığını da söyledi. Çilingir bu katliamların baş sorumlularndan İttihat ve Terakki’nin gizli örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’nın has adamlarından katliamcı Topal Osman’ın ‘kurtuluş savaşı kahramanı’ olarak heykelerinin dikildiğini, oysa ‘yedi düvele’ karşı verildiği iddia edilen bu savaşın yaşandığı iddia edilen tarihlerde Topal Osman’ın savaştığı iki cephe olduğunu söyledi. Topal Osman hem 1919-1923 yılları arasında Pontos Rumlarına karşı Karadeniz’de hem de 1921 yıllarında Kürtlere karşı Koçgiri katliamında yer almıştı.

ÖLDÜLER, SÜRGÜN EDİLDİLER, KALANLARA TÜRK VE MÜSLÜMAN OLMA ŞARTI DAYATILDI

Çilingir, 1914-1923 yılları arasında (Pontos) Karadeniz’de kadın erkek, yaşlı çocuk ayırt etmeksizin 353 bin kişinin katledildiğini, sağ kurtulan Ortodoks Rumların mübadele adı altında Yunanistan’a sürgün edildiğini, kalanlara ise Türk ve Müslüman olma şartının dayatıldığını söyledi… Çilingir, “Mustafa Kemal ve arkadaşları, Karadeniz’de yerel çetelerle birlikte, 200 bin kişinin canına, 1 milyon 250 bin Rum’un mübadele ile sürgün edilmesine yol açacak Pontos Rum soykırımını gerçekleştirmiştir. Bu soykırımı gör(e)meyenler hala resmi tarih masallarıyla uyumaya/uyutmaya devam ediyorlar” dedi.

BATI ERMENİSTAN PONTOS VE KÜÇÜK ASYA RUMLARININ SOYKIRIMINI TANIDI

Panele katılan Batı Ermenistan Ulusal Konsey Başkanı Aremanak Abrahamian da 19 Mayıs 1919’un çok önemli bir gün olduğunu söyledi. Batı Ermenistan Parlamentosu olarak Pontos Rumları ve Küçük Asya Rumları’nın uğradığı soykırımı tanıdıklarını açıkladı.  Abrahamian, “Pontos’taki soykırımı da II. Abdülhamid döneminde başlamıştır. 1916-1923 yılları arasındaki yaşananları soykırımı olarak addediyoruz. BM’nin bazı maddelerine dayanarak kabul ediyoruz. Soykırıma uğrayanların çektikleri acılara duyduğumuz saygıyla bu kararı aldık.”
1894’te Sasun katliamlarıyla soykırımı sürecinin başladığını ifade eden Abrahamian üç hükümet ve devlet tarafından soykırımların işlendiğini, siyasi bir devamlılık gösterildiğini sadece Ermenilere yönelik değil, Süryani ve Rumların da soykırımına uğratıldığını anlattı. Abrahamian, şöyle konuştu:
“Bizim bu topraklardaki varlığımız Osmanlı’dan da Mustafa Kemal’den de eskidir. Bizim halklarımızın cesetleri üzerine yeni bir devlet inşa ettiler. Bu da Türk milleti ve Türk devletidir. Şehitlerimizin verdiği kan ve mücadelemiz sonucu yeni bir hukuki sürece giriyoruz. 2007 tarihinde Birleşmiş Milletler kararıyla yerli halkların kendi kaderini tayin etme hakkı verilmiştir. Hukuki olarak ilk 1917 yılında Ruslar Batı Ermenistan topraklarına girdiler, sonra geri çekildiler. Rusya, Bolşevik devriminin ardından Türkiye Ermenistan’ını kabul etti. 1920’de yapılan Sevr Anlaşması’yla dünya Trabzon, Erzurum, Bitlis ve Van’ın bulunduğu bölgeyi Batı Ermenistan olarak tanıdı. Yani biz meşru olarak kabul edilmiş bir devletiz ancak hayata geçirilememiş. İki temelimiz var, yerli halk olarak varız ve devletler tarafından tanınıyoruz. Maalesef ne bizim tarihçiler ne de hukukçular bize bu haklarımızı öğretmedi. Partizan olarak ortaya çıkan oldu ama hukuki haklarımızı çalışan olmadı. Şimdi anladık ve hukuki çalışmalara başladık. Bundan 10 yıl önce Türkiye’de 60 bin Ermeni’nin varlığından söz ediliyordu, günümüzde ise milyonlardan konuşuyoruz. Kimin Ermeni olduğu belli değil. Biz de çocuk yapabiliriz ama bu kadar olduğunu etmiyordum. Bu da bizim ne milli ne de dini azınlık olmadığınızı, yerel olarak oraya bağlı bir halk olduğumuzu gösteriyoruz. Biz hala varız”

Abrahamian konuşmasını “Ben diaspora değilim, Erzurumlu’yum” sözleriyle bitirdi.

KARADENİZ’DEKİ IRKÇI SALDIRILARIN ARKASINDA KİMLİKSİZLİK YATIYOR

Bugün Trabzon başta olmak üzere Karadeniz kentlerinde yaşanan ırkçı saldırıların “en Türk, en Müslüman” olma adına yapıldığı ifade edilen panelde şu görüşlere de yer verildi:

“Karadeniz’de yaşanan saldırıların ardından ‘burası milliyetçilerin kalesidir’ diye açıklamalar yapan ırkçı, şoven örgütlenmeler; Karadeniz’in ‘Türk yurdu’ olduğu vurgusuna neden ihtiyaç duyuyorlardı acaba? Tüm bu soruların tek bir yanıtı vardır: Kimliğini yitirmiştir Karadeniz’in Sinop’undan başlayıp Rize’ye kadar uzanan, Amasya’yı Gümüşhane’yi içine alan, güneyde Tokat ve Sivas’in bir bölümünde yaşayanların büyük bir çoğunluğu. Daha doğrusu kimlikleri ellerinden zorla alınmıştır geçen yüzyılın başlarında. Orası 3 bin yıldan daha uzun süre üzerinde yaşadıkları bir ülkedir. Bu ülkenin adı Pontos’dur. Onlar, 3 bin yıllık topraklaında büyük bir soykırımına uğrayan, ardından 1923 yılında, ‘mübadele’ adı altında sürgün edilen Pontoslu Rumların soydaşlarıdır. Ama sağ kalmanın bedeli ağırdır. Müslüman ve Türk olarak bundan sonra hayatlarını sürdürmeleri; egemenlere biat etmeleri de yetmez. Cumhuriyetin kuruluşundan beri onlara güvenilmemektedir, bu yüzden kendilerini ispat etmek zorundadırlar. Bu, adeta bir toplumsal reflekse dönüşmüştür.”

19 mayıs bayram değil Pontos Pogromu ve yas günüdür.

19 Mayıs bayram değil Pontos Pogromu ve yas günüdür.

Yannis Vasilis Yaylalı

Pontos kısa tarihi

Pontus [1](Yunanca: Πόντος, Pontos) antik Yunanca “deniz” anlamına gelmesi ve Yunan mitolojisinde Gaia’nın oğlunun adı olmasının yanı sıra Amasyalı Strabon’dan itibaren antik yazarlarca Karadeniz’in güney kıyısında Halys ırmağının (Kızılırmak) doğusunda yer alan Kuzey Anadolu sahillerini hinterlandıyla birlikte tanımlamak için kullanılmıştır. Batı’da Pontos‘ta (Samsun, Giresun, Tokat, Ordu, Amasya) Doğu’da ise (Trabzon, Rize, Gümüşhane) illerini kapsamaktadır

247163_10206381950452711_15519636523197561_n

Pontos halkının; varlığı Karadeniz’de M.Ö  4. yüzyıla  kadar dayanır. Elen soyundan gelen Pontos halkının konuştuğu dil  Romeika’dır. Stafanos[2] ve onu referans alan Ayşe Hür’ün belirttiği Gürcü halkının iki kolu dedikleri olan Lazlar ve Tznalar’ın da  Pontoslu’lukta erime tezini pek gerçekçi olduğuna inanmıyorum.  Bugün Pontos’da  ancak Rize ve Trabzon’un bazı köylerinde  Romeika konuşulmaktadır. Konuştuğumuz dilimiz korunma altına alınmaz ise kaybolmak ile yüz yüze kalacaktır.Pontos halkının konuştuğu dil  Romeika’dır. Bugün Pontos’da  ancak Rize ve Trabzon’un bazı köylerinde  Romeika konuşulmaktadır. Konuştuğumuz dilimiz korunma altına alınmaz ise kaybolmak ile yüz yüze kalacaktır.

Osmanlı’nın  1461 yılında Pontos’u işgal etmesi ile dil ve din asimilasyonu politikaları da başlar.

Pontos’da bu yaşadığımız  işgal ve saldırı anlamında Osmanlı’nın yaptığı  elbette ilk değildir. Daha önce bir çok güç bunu denemek istemiş yer yer de başarı sağlasa da bizim için sonun başlangıcı olacak  soykırım ve asimilasyon politikaları  Osmanlı ile birlikte gelip, İttihat Terakki ile devam eden ve genç faşist cumhuriyet ile doruğuna ulaşan süreçtir.Latinlerden kaçarak Trabzon’a gelen Bizans Kommenos hanedanlığı kurduğu Trabzon Rum imparatorluğu 1461 yılında Fatih sultan Mehmet tarafından alındı. Trabzon’un 1461 yılında Osmanlı tarafından işgali sonrasında İslamlaşmaya başladığını görüyoruz.Trabzon’da 1461 yılında yüzde yüz olan Hristiyan nüfusu, 1523 yılında yüzde 86’a geriler:[3]

Müslümanlar          % 14.32

Rum Ortodoks        % 69.22

Ermeni Ortodoks    % 12.93

Latin Katolik          %   3.53

Bunca saldırı ve asimilasyon çalışmalarına karşı Osmanlı’nın  1914 kayıtlarına bakıldığında samsun’dan Rize’ye 450 bin pontos’lu rum yaşadığını görüyoruz. Hatta bir çok yerde nüfus’un %50’sini geçen bölgeler vardı. Osmanlı’nın Pontos halkına saldırılarını  bir kaç örnek ile verelim.

Pontos halkına Osmanlı saldırısı en üst seviyesine Köprülüler dönemi-1656-1670 ile çıkar.

Osmanlı’da sadrazamlık 1656-83 arası Köprülü Mehmet Paşa sonra oğlu  Fazıl Ahmet paşa ve damatları Kara Mustafa paşa sürdürür.Bu dönem’de Pontoslu Rum halkına baskılar oldukça artmıştır. Kendisi de Amasya’lı olan Kara Mustafa Paşa da her türlü şeyi bahane ederek Rum halkına baskı uygulamaya devam ettiğini görüyoruz. Fakat asıl baskı 1670 ile birlikte gelir Rumca konuşmak yasaklanır. Rumca konuşanların ölümle cezalandırılacağı duyurulur. Bununla da yetinilmez, Osmanlı askerleri ve muhbirleri  sürek avı başlatır ve çarşı pazar Rumca konuşan insanlar aranır.

Rumca konuşurken yakalanan kadınların ve çocukların dilleri kesilir, erkekler ise idam edilir. 8 ila 15 yaş arasındaki çocuklar, ailelerinin elinden zorla alınarak (Türkçe konuşmaları ve Müslüman olarak yaşamaları için) bilinmeyen yerlere götürülür.

Kız kalesi direnişi

Halkımız tüm baskılara rağmen dilini ve kültürünü yaşamaya devam etmek ister.Halkımız Her türlü baskıya rağmen Bafra ve civarında  kendi dili ve kültürünü sürdürmek isteyince Amasya’lı Kara Mustafa Paşa, Bafralı Rumları cezalandırmak için Osmanlı  beylerinden Hasan Ali bey sadece Bafra rumlarını cezalandırmak değil yaptığı katliamla diğer bölgedeki Rum halkına korku salmak için yüzlerce insanı Bafra’da katleder.

Bu arada bu katliamdan kurtulmak için  1500 kadın ve çocuk Bafra’da bulunan Kız kalesine sığınır.Direniş kaleye ulaşır ve uzun bir direnişin ardından Osmanlı  kaleye girmeyi başarır.Yine Maliyaris yayınlarından çıkan Pontos ansiklopedisinin anlatımlarına göre 30 kadın Osmanlı’nın eline geçmektense kendini kale surlarından aşağıya uçuruma bırakmştır. Bu yüzden o kale unutturulmaya bırakılmıştır.Barındırdığı o direniş kültürünü ortaya çıkarmak istenmemiştir.Tabii aynı zaman da yaptıkları katliam da ortaya çıkacak dı.Osmanlı yaptığı baskının sonrasında gördüğü direnişten ürker ve geri çekilir.O günden sonra o kalenin ismi kız kalesi olarak kalacaktır.

Ya Dilimizden vazgeçmemiz ya da dinimizden vazgeçmemiz istendi

Osmanlı bu olayların ardından yeni bir yöntem üretiti.Padişah’ın imzasıyla çıkarılan bir ferman ile Pontoslu Rumlara “YA DİNİNİZİ YA DİLİNİZİ DEĞİŞTİRECEKSİNİZ” emri yollanır.

İşte bu ferman Pontos’un ve biz pontoslu’ların  dünden bü güne kaderimizi belirleyen önemli bir özellik taşıdı. Bu ferman sonrasında Pontos’un batı kısmı (Samsun, Giresun, Tokat, Ordu, Amasya) yaşayan Rumlar, Ortodoks Hristiyan olarak dinlerini sürdürmeyi, dillerini değiştirip Türkçe konuşmayı kabul ettiler.

Pontos’un doğu kısmı ise (Trabzon, Rize, Gümüşhane) yaşayan Rumlar ise tam tersine Rumca konuşmayı sürdürmeyi, dinlerini değiştirip Müslüman olarak yaşamayı kabul eder. Ancak ileriki yıllarda anlaşılacağı üzerine Pontos’un doğusunda yaşayanlar bir kısmı dışarıya Müslüman görünürken, gizli Hristiyan olarak dinlerini de devam ettirir.Bu konuyu Yunanistan’da yaşayan Pontoslu yazar Yorgo Andreadis kendi aile hikayesinden yola çıkarak gizli din taşıyanları kitabına işlemiştir

Tarihimiz bir çok direniş ve aynı zamanda da yenilgiler ile doludur.Osmanlı’dan ittihatçılara ve ardından kurulan Türkiye  devletine bir çok saldırıya karşı çok uzun soluklu direniş tarihimiz olmuş,fakat zamanla yalnızlaştıkça, tehcir ve uygulanan soykırım’a karşı iki yüzlü uluslararası ilişkiler yüzünden zaman için de halkımız bu saldırılara karşı koyamaz duruma gelmiştir. Sonrası çorap söküğü gibi geldi .Büyük Pontos pogromunda ölmeyenler, önce gizli gizli kendi kültürünü yaşamaya çalışsa da yavaş yavaş , artık tüm olup bitenlerin korkusundan dolayı kültürel aktarmayı yapmayı bıraktılar.

Osmanlı’nın dağılma ve ulusal uyanış dönemi elbette Türkler’de olduğu gibi Pontos Rumları içinde geçerliydi.

Osmanlı ve İttihat Terakki ve sonraki kadroları, hatta bu güne kadar olan resmi ideolojinin en çok kullandığı yalan, Emperyalist güçler Osmanlı imparatorluğuna saldırdığında, bu güçler ile Rum halkının,Ermeni halkının,hatta Kürt halkının birlik olup Türklere ihanet ettikleridir.Ulusal uyanış demek , feodal sistemin yerine, kendi iç pazarları olan devletlerin ortaya çıkması anlamına gelir. Bu anlamı ile yaklaşıldığında Türk burjuvazisi nasıl kendisi için bir iç pazara dayanan devlet kurmak istiyor ve bunun için çaba gösteriyorsa, diğer ulusların uyanışları ve kendi devletleri için çabaları anormal değil, tam tersine normal bir tutumdur.

Küçük Kaynarca antlaşmasına kadar , yani 15. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar Pontos’da yapılan  ticarete genel olarak müslümanlar hakimdi.Küçük Kaynarca antlaşması ile Fransa, Rusya, Avusturya ve İngiltere’ye Osmanlı devleti imtiyaz tanımak zorunda kaldı. Rusların hem denizcilik hem de dil yeteneklerinden dolayı  Pontos’da yaşayan Rum halkını Müslüman halka karşı tercih etti. Bu nedenlerden dolayı bir çok meslek alanında Pontos’da Rumlar ticarete hakim olmaya başladı. ”19. yüzyılın sonuna gelindiğinde, Samsun-Trabzon hattında özellikle taşımacılık, bankacılık, sigortacılık ve ticaret artık Ermeni ve Rumların tekeline geçmişti”[5] Tabii herkes iyi bilir ki ekonomik uyanış beraberinde diğer üst yapısal şeyleri de tetikler ve harekete geçirir.

Pontos Rumlarında siyasi bilincin gelişmesi , Balkan ve Birinci Dünya savaşı ile birlikte Osmanlı saldırısına karşı Pontos halkının kendini savunması.

Elbette yukarıda söylediğim Pontos toplumundaki ekonomik hareketlenme uzunca bir olgunlaşma sürecinden sonra sırası ile Pontos halkının siysi aktör olarak ortaya çıkmasını 1) 1908 jön Türk devrimi ve getirdiği olanaklar 2) Balkan savaşı ve gerçekleşen ulusal kurtuluş hareketleri ki, Yunanistan’ın kurtulması en büyük etkenlerden biri olarak gösterilebilir 3) Birinci dünya savaşının başlamasını gösterebiliriz. Osmanlı’nın balkanlar da toprak kaybetmesi , daha agresif ve intikamcı politikaları devreye sokmasın neden oldu. Ardından Osmanlı’nın yine emperyal çıkarları doğrultusunda birinci dünya savaşına girdi. Balkan savaş ve birinci dünya savaşı nedeniı ile birlikte seferberlik adı altında Pontos Rumları Amele taburlarına alınmaya başlandı.Osmanlı ve İttihatçıların devreye soktuğu soykırım politikaların da Amele taburlarının önemli bir yeri olduğunun bugünden baktığımızda açıkca görüyoruz. Pontos halkı da bu uygulamalardan büyük rahatsızlık duymaya başladı.Bu durum yetmez gibi bir de Osmanlı üstüne  Samsun’un Rum köylerine balkanlardan getirdiği göçmen nüfusunu zorla yerleştirmeye kalkınca, hatta göçmenleri kabul etmeyen Samsun’un Çarşamba yolu üzerindeki kirazlı köyü ve  Çırahman, Ökse, Tevkeris, Çinit, Andreandon, Çınarlı köylerini yoğun baskı uygulaması hatta daha sonra göçmen kabul etmeyen üç köyün Osmanlı tarafından yakılması, Pontos’un  ilk direniş birliklerinin de örgütlenmesine, karşı koyuş eylemlerinin ortaya çıkmasına neden oldu. Pontoslu’lar artık toplu şekilde askere gitmeyi, amele tapurlarına gidip kölece ölmeyi ret  ediyordu. Bu şekilde ortaya çıkan asker kaçakları sonradan Pontos halkının öz savunmasını oluşturacak partizan birliklerinin de ana gövdesini oluşturmuş oldu.

Doğal olarak ki Osmanlı despot imparatorluğu dağılırken, Biz de tüm diğer tüm uygar halklar ve uluslar  gibi, yaşadığımız Pontos’da halkımızın hakları için mücadele ettik. Fakat uluslararası konjektür bizden yana değildi, Rusya ve Sovyet Rusyası hariç,tüm diğer uluslararası güçler,Bizim canımız ve malımız üzerinden yükselen Türk devletini desteklemeyi yeğledi.Bize uygulanan katliamlara çoğunlukla bu yüzden sesiz kalındı.

Bu yazımda da  bir kaç kere bu ifade ettiğim gibi, Osmanlı arşivlerinde görüleceği üzerine 19 yüzyılın sonlarına doğru Pontos’da bir çok iş kolu ve meslekte hakimiyet Rum halkına ve Ermeni halkına aitti. Bu kapkaçcı  Türk burjuvazisinin iştihanı oldukça kabartmış olduğunu bugün artık kimse inkar etmiyor.Bizim zenginliğimiz bize uygulanan soykırım politikalarında en belirleyici aktör olmuştur.

 

İttihat Terakki-İstanbul hükümeti-Mustafa Kemal ve Topal Osman evlerimizin son taşları gibi bizi söküp attılar topraklarımızdan…

Bize yapılanlar,Topal Osman ile o dönem Sinop mebusu Dr. Rıza Nur “Hayatım ve Hatıralarım” adlı eserinde anlattığı bir dialog çok güzel anlatıyor. Topal Osman’a belki yine değinebilirim ama bilmeyenler için 1912-1923 yılları arasında bize uygulanan soykırımın da baş sürdürücüsü iken Ermeni ve Kürt halkına karşı uygulanan katliamların da baş zanlılarındandır.Aynı zaman da Mustafa Kemal Atatürk’ün fedaisi diye de ün salmıştır.

Taş üstüne taş koyma, bir daha burada kilise vardı, diyemesinler dedim.

Bir gün Topal Osman ile karşılaşan Dr. Rıza Nur arasında şu konuşma geçer;

– Bu gâvurlardan hayır yoktur. Ben bu işleri iyi yapıyorum diye yapıyorum. Kötü ise iyisini söyleyin. Derhal öyle yaparım. Ben cahil bir adamım. Yalnız bir gayretim var; Türküm, Müslümanım. Evet, Türk’ü, dini gavurlardan kurtarmak için çalışıyorum. Başımı bu yola koydum

– Osman Ağa’nın bu sözü bana çok te’sir etti. Pek sevdim. Hem dindar, hem Türkçü. İkisi birden bu cahil adamda, mükemmel şey. Sonra bilfiil büyük bir cesaretle harpler ediyor. Yanıma çağırıp oturttum ve kendisine;

Ağa! Sen Ferid Bey’e, bilmem kime bakma! Yaptığın yanlış değil. Tamamıyla doğrudur. Haklısın, vatana büyük hizmetler etmişsin. Bildiğin yolda devam et! Dedim.

– Ya bunlar sonra bir şey yaparsa?, dedi.

– Ben senin tarafındayım. Korkma! Dedim.

– Ağa, Pontus’u iyi temizle, dedim.

– Temizliyorum, dedi.

– Rum köylerinde taş taş üstüne bırakma, dedim.

– Öyle yapıyorum ama kiliseleri ve iyi binaları lazım olur diye saklıyorum, dedi.

– Onları da yık, hatta taşlarını uzaklara yolla, dağıt. Ne olur ne olmaz, bir daha burada kilise vardı, diyemesinler dedim.

– Sahi öyle yapayım. Bu kadar akıl edemedim, dedi.

Vapur kazanlarında kömür yerine Pontos Rumu yakıldı.

Ayşe Hür’ün birikim dergisine yazdığı ‘çağımızın bir başka kahramanı’  yazısında Türk çetecisinden ve katilinden nasıl kahraman çıkarıldığına işaret ederken , dünden bu güne aslında hiç bir şeyin değişmediğini bize göstermektedir. ”. Falih Rıfkı’ya göre Topal Osman[4] basılan her Türk evine karşı 3 Rum evini basmak, mezarını kendine kazdırıp diri diri adam gömmek, vapur kazanlarında kömür yerine canlı adam yakmak gibi zulüm ve işkenceleri ile bölgeyi Rumlardan tamamen temizler. Görevinde ne kadar başarılı olduğunu Genelkurmay raporlarından anlarız. O tarihte çetecilik olayına karışan Rum sayısı 11.118 iken Rum çeteciler tarafından öldürülen Türk köylü sayısı 1817’dir. 1914 Osmanlı Salnamesi’ne göre Trabzon, Sivas ve Kastamonu vilayetlerinde yaşayan 450 bin Rum’dan 86 bini 1. Dünya Savaşı sırasında Rusya’ya göç etmiş, 322 bini 1923 nüfus mübadelesiyle Yunanistan’a gitmişti. Aradaki fark olan 65-70 bin Rum’un 1916-1923 arasında şu veya bu şekilde hayatını kaybettiği tahmin edilir. ”(Aktaran Stefanos Yerasimos, Pontus Meselesi, Toplum ve Bilim, 1988-89 Güz sayısı.)

Türk devleti bizim canımız ve malımız üzerinden yükselmişdir.

Türk devleti 19 Mayıs 1919 tarihini kendisi için bir  kurtulma tarihi olarak göstermektedir.Biz resmi ideolojinin yalan propagandalarından biraz da olsa  kendini sorgulayarak sıyrılmış olanları, iyi biliyoruz ki o gün ve o yıllar bizim canımız ve malımız üzerinden bu devlet yükseldi.O yılların kayıtları yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır.O yıllarda kurtulduk dedikleri bizlerdik aslında, varlığımız ve malımız bu inkarcı devletin maalesef harcı oldu. Mustafa Kemal Atatürk’ün sözde Pontos halkı Topal Osman gibi çetelerden koruması için İstanbul hükümeti Karadeniz’e göndermişti.Peki ne oldu biliyor musunuz daha ilk ayında Topal Osman ile Atatürk havza’da bir araya geldiler. halkımıza karşı sürmekte olan katliamın örgütsüz olduğu kararı üzerine Topal Osman’a daha fazla zalimlik yapabilsin diye bir katliam birliği oluşturdular.Bakın biz neden o tarihi seçtik iyi anlaşılsın diye bir şeyi daha aktarmak istiyorum.

Bu Topal Osman çetesinden sadece biz şikayetçi değildik.o dönemin mülki amirleri de şikayetçiydi. bu konu da her fırsatta hükümet bilgilendiriliyordu. İstanbul hükümetinin Ermeni ve Kürt halkına karşı uygulamalarından idam cezası almış olan ve bunca hakkında şikayet olan Topal Osman’a Atatürk ricası ile af çıkarıldı. İstanbul hükümeti- sonradan oluşacak Ankara hükümeti ( Mustafa Kemal ve diğer ittihatcı artıkların) bilgisi dahilinde bize bugün sürekli kanıtlamaya çalıştığımız büyük POGROM uygulandı.

Pontos halkına karşı 1914-1923 arası uygulanan pogrom sonucunda 353.000 insanımız acımasızca katledilmiştir.Yüz binlerce Pontos’lu yerinden yurdundan  zorunlu Tehcir’e tabii edildi.babalarından annelerinden kopartılan on binlerce çocuğun bugün hala akibeti bilinmemektedir.Türkiye devleti kabul etmese’de ilk olarak Yunanistan  Meclis’inin 1994’de aldığı kararla Pontus Rumlarının  soykırımını anma günü olarak kabul etti.Bu sene ise Avusturya ve Ermenistan,Çek cumhuriyeti meclisleri Pontos soykırımını tanıdığını kabul ettiler.

Bir Pontos’lu olarak  bir kere daha Türkiye devletini  Pontos soykırımını tanımaya çağırıyoruz . Her türden inanç ve halkları adaleti gelmeyen bir soykırımın yasını tutamayan Pontos halkı olarak bizimle dayanışmaya çağırıyorum.

……………………………….

kaynakça:

1) http://tr.wikipedia.org/wiki/Pontus

2) http://www.gelawej.net/pdf/Pontus-Meselesi.pdf

3)  Trabzon Şehrinin İslamlaşması ve Türkleşmesi 1461-1583, Heath W. Lowry, Boğaziçi Üniversitesi yaYayınevi 5.Baskı, Sayfa 84.

4) 3)Ayşe Hür http://www.birikimdergisi.com/…/cagimizin-bir-baska-kahrama…

5) Pontos’un gayri resmi tarihi Ayşe Hür

 

Halklar konferansı sonuç bildirisi açıklandı

Halklar konuşuyor konferansı sonuç bildirgesi

“HALKLAR KONUŞUYOR” KONFERANSI SONUÇ BİLDİRGESİ

Kaynak : Atik

haklar konferansı

BİZ‘ler, farklılıklarıyla yan yana, eşit, özgür, kardeşçe ve barış içinde yaşamak isteyen; bugüne kadar resmi ideoloji tarafından yok sayılan, asimilasyon, aşağılama, inkâr ve imhaya uğrayan halklarız.Onurumuzu, dilimizi, kimliğimizi, kültürümüzü, inançlarımızı özgürce geliştirebileceğimiz koşulları yaratmak, halklar arası kardeşlik ve dostluğu bugünden topraklarımıza egemen kılmak, gelecek nesillere tarihi ve kültürüyle barışık bir ülke bırakmak sorumluluğuyla, “topraklarımızdaki tüm kültür, kimlik, dil, din ve inançların varlığını kabul eden, halkların demokratik ve kültürel haklarını güvence altına alan, insan odaklı, özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik bir “yeni yaşam”dan yana olduğumuzu ve taleplerimizin/haklarımızın takipçisi olacağımızı beyan ederiz.

%10 seçim barajı, anti demokratik siyasal partiler yasası, düşünce ve ifade özgürlüğü önündeki engeller gibi negatif koşullarda, ülkenin yarınını derinden etkileyecek bir genel seçim sürecine giriyoruz.

Bu seçimlerde Halkların Ortak Taleplerini sahiplenecek, TBMM’de bu taleplerin takipçisi olacak, halkların kurumları ile doğrudan ilişkikurarak ortak çalışma yürüteceklerini beyan eden Milletvekili Adaylarınıdestekleyeceğimizi ve tüm çalışmalarının takipçisi olacağımızı beyan ediyor, bu çerçevede beyanat verecek Adayları TBMM’de görmek istediğimizi açıklıyoruz.

“Halklar Konuşuyor”konferansına katılan kişi ve kurumlar olarak, aşağıdaki talepler/ haklar üzerinde ortaklaşmış bulunmaktayız. Yanı sıra her halkın kendi özelinde ifade ettiği ve genel talepler sonrasında ifadesini bulan ve bu bildirgenin ayrılmaz eki olan talepler de ortak talebimizdir. Bu anlamda her halk bir başka halkın taleplerini sahiplenir ve mücadelesini ortaklaştırır. Bizler kendi varlığımızı sürdürülebilmenin diğer halkların sorunları için de mücadele etmekten geçtiğini düşünüyor ve tüm talepleri sahipleniyoruz.

Bugün Biz, burada kurumları adına konuşan, halkların ortak ve özgün taleplerini ifade eden kurum ve kişiler olarak taleplerimiz etrafında halkların ortak mücadelesini yükseltmek, taleplerimizin takipçisi olmak üzere bir “Halklar Meclisi” kurduğumuzu ilan ediyoruz.

Halklar Meclisi’ni oluşturan kişi ve kurumlar olarak taleplerimiz şunlardır:

–          Tekçi, tektipleştirici, merkeziyetçi, devlet odaklı politikalar terk edilmeli, ülkemizin taraf olduğu evrensel hukukun da bir gereği olarak, ülkemizdeki tüm dil, kültür ve inançlar, tarihi ve kültürel mirasımızın bir parçası olarak değerlendirilmeli, bu kültür, dil ve inançların kendilerini var etme ve yarınlara taşıma hakları anayasa ve yasalarla güvence altına alınmalı, bu konuda kamusal sorumluluklar tanımlanmalı ve bu doğrultuda yapılacak çalışmalara genel bütçeden pay ayrılmalıdır.

–          Anadil hakkı temel bir hak olarak kabul edilmeli, anadiller anayasal güvence altına alınmalı, anadilde eğitim-öğretim, ana dilin kamusal alanda kullanımı, anadilde radyo-televizyon yayını yapma ve anadilde isim-soy isim ve köy/yer isimleri konusundaki sınırlama ve yasaklar ortadan kaldırılmalı, özellikle yok olma tehdidi altındaki diller koruma altına alınmalı ve bu dillere pozitif ayrımcılık uygulanmalıdır.

–          Kültür, dil, inançlar üzerindeki tüm yasaklar, toplumsal yaşam, çalışma hayatı ve kamusal alanda halklara yönelik uygulanan her tür ayrımcılık ve ırkçı söylem ortadan kaldırılmalı, yasalardaki ‘kin ve nefret suçları’ tanımıtüm kültürel, etnik ve dinsel aidiyetleri kapsayacak şekilde genişletilmeli, ‘kin ve nefret suçlarının’ önlenmesi için anayasaya hüküm konulmalıdır. Kültüründen, dilinden, inancından dolayı toplumsal yaşam, çalışma hayatı ve kamusal alanda dezavantajlı konuma getirilmiş halklara pozitif ayrımcılık uygulanmalıdır.

–          Tarih ile yüzleşmenin, hesaplaşmanın temel koşulu olarak başta 1915 Ermeni ve Süryani soykırımı olmak üzere halklara karşı işlenmiş tüm soykırım, katliam, pogrom, tehcir, sürgün vb. tüm suçlar failleri ile birlikte açığa çıkartılmalı, topraklarımızda yaşanan katliam ve sürgünlerle halkların elinden alınmış olan hakların iadesi (vakıf malları, hukuki haklar vb.) yasalarla güvence altına alınmalı, 1936 yılında çıkartılan Azınlık Vakıfları Beyannamesi Yasası iptal edilmeli, göç ettirilen halklara koşulsuz geri dönüş ve yaşam hakkı sağlanmalı, onur ve itibarları geri verilmelidir.

–          Anayasada vatandaşların dini tarif edilmemeli, Aleviler, Hıristiyanlar, Museviler, Ezdiler, Zerdüştler, Şamanlar, Ateistler, Deistler ve İslam’ın farklı yorumları gibi ezilen ve dışlanan tüm inanç ve kültürel gruplar üzerindeki baskılar kaldırılmalı, tüm kimlik ve dinsel inanışların kendilerini özgürce ifade etmesi anayasal güvence altına alınmalıdır. Devletin dini biçimlendirme aracı olarak işlev gören Diyanet İşleri Başkanlığı ve zorunlu din dersi kaldırılmalı, devlet lügat, yayın ve ders kitaplarında faklı inanç ve kültürleri dışlayıcı, ötekileştirici tanımları ve dili terk etmeli,  inanç sembolleri üzerindeki her türlü baskıya son verilmeli, inanç ve ibadet inananların vicdanına bırakılmalı, Cemevleri ve ayrımcılığa maruz kalan tüm inançların ibadet yerleri yasal statüye kavuşturulmalı, devlet tarafından el konulmuş ibadet yerleri gerçek sahiplerine iade edilmelidir.

–          Doğa kültürel kimliğin ayrılmaz bir parçasıdır. Doğal yaşam alanları, halkların kültürel ve tarihsel  mirasının bir parçası olarak koruma ve güvence altına alınmalıdır. Piyasa temelli hidroelektrik-termik-nükleer santral, baraj, maden, yol vb. inşaat vb. projelerle halkın doğal yaşam alanları tahrip edilemez.

–          1915 Ermeni ve Süryani Soykırımının tam da 100. yılında, çocuk emeği ile inşa edilen Tuzla’daki Kamp Armen Yetimhanesini yıkma girişimi ile soykırım sürdürülmek veortak tarih topyekûn imha edilmek istenmektedir. Kamp Armen, bize kılıç seslerinden kaçıp ağaç gölgelerine sığınan Ermenilerin emanetidir. Bu coğrafyada yaşayan bütün halkların ortak geçmişi, hafızası, bir arada yaşama umududur.Kamp gerçek sahibi Ermenilere iade edilmelidir.

–    Temsil adaletini ortadan kaldıran %10 seçim barajı kaldırılmalı, mahalleler, köyler, ilçelerden başlayarak oluşturulacak sivil örgütlenmeler ile halkın bütün kimlikleriyle yönetime etkin katılımının önü açılmalı, sivil örgütlenmeler toplumsal-kamusal yaşam üzerinde söz sahibi kılınmalıdır.

–          Halklar Meclisimizin Vekillerimizle doğrudan ilişkisi için somut bir işleyiş kurulmalı, aldığımız kararların TBMM’ye taşınması, VekillerimizinTBMM’deki çalışmalarının Halklar Meclisimizle ortaklaştırılması, somut sorunlar üzerinden:

  1. a) TBMM’deortak açıklama yapılması,
  2. b) VekillerimizinTBMM’deyasa tasarısı ve önergeler sunması sağlanmalıdır.

Eşit, özgür, kardeşçe ve barış içinde yaşayacağımız bir coğrafya için herkesi ortak mücadeleyi yükseltmeye ve HDP adaylarını desteklemeye çağırıyoruz.

HALKLAR KONUŞUYOR KONFERANSI

10.05.2015

HALKLARIN TALEPLERİ :

Çerkes halkının talepleri (Yaşar Güven / JINEPS):

1- Çerkes olarak, varlığımızın ve kültürümüzün resmi düzeyde tanınması,

2- Dilimizin ve kültürümüzün asimilasyona karşı korunması için başta anadilde eğitim hakkı olmak üzere kültürel ve demokratik haklarımızın verilmesi,

3- Mevcut kültürel değerlerimizin kayıt altına alınabilmesi, korunabilmesi ve gelecek nesillere aktarılabilmesi için gerekli bilimsel çalışmaların yapılması, bunun için ilgili bakanlıklarca bütçelerin ayrılması,

4- Anavatan Kafkasya ile sürgün dolayısıyla kopartılan tarihsel bağlarımızın daha güçlü kurulabilmesi için çifte vatandaşlığımızın önündeki engellerin kaldırılması,

5- Çerkesler’in 19. yüzyılda yaşadıkları soykırım ve sürgünün TBMM’ce tanınması,

6- Abhazya’ya doğrudan ulaşımın sağlanması,

7- Abhazya’nın bağımsızlığının tanınması,

8- Güney Osetya’nın bağımsızlığının tanınması,

9- 1994 ve 1999 savaşları sonrası Türkiye’ye gelen Çeçenlere mülteci statüsü verilmesi, insanca yaşam koşullarının sağlanması, faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması.

10- 1921-22 yıllarında, Gönen-Manyas Çerkes köylerinin iç sürgününün açığa çıkartılması, 14 köyden özür dilenmesi.

Pomak halkının talepleri (Başak Karataş / POMAK ENSTİTÜSÜ):

1- Anadilde eğitim,

2- Onuru ve kimliği ile yaşamak,

3- Tüm kültür ve dillerin kabul edilmesi ve azami yaşam ortamının oluşturulması.

Süryani halkının talepleri (Tuma Çelik / AVRUPA SÜRYANİLER BİRLİĞİ):

1-   Türkiye’deki tekçi anlayışa ve inkâra son verilmesi,

2- Geçmişle doğru ve samimi bir yüzleşmenin yapılması ve bu temelde bütün kötülüklerin anası olan 1915 Ermeni ve Süryani Soykırımı’nın kabul edilmesi,

3- Halkların kendi kimlik ve kültürlerini geliştirmesinin önündeki engellerin kaldırılması,

4- Bugüne kadar baskı, katliam ve soykırımlara maruz kalan halklara pozitif ayırımcılık uygulanması,

5- Herkese barış içinde; güvenli, eşit, özgür ve sömürüsüz bir yaşama alanı oluşturulmasını talep ediyoruz.

Süryani halkının talepleri (Şabo Boyacı / Süryaniler.com):

1- Süryanilerin “Seyfo” yani “kılıçtan geçirilme” olarak adlandırdığı; 100 yıl önce Anadolu’da ErmeniveSüryanihalklara karşı işlenen Soykırım suçunun resmi olarak kabul edilmesi ve bu yönde ses getirici çalışmalar yapılması,

2- O dönemde ve daha sonraki dönemlerde el konulan Süryanilere ait bütün taşınmazların iade edilmesi,

3- 1918 yılında Hakkâri’den sürülen Asur Patrikliği, 1928 yılında Mardin’den sürülen Süryani Katolik Patrikliği ve 1933 yılında Mardin Deyrülzafaran Manastırı’ndan sürülen Süryani Kadim Ortodoks Patrikliklerine iade-i itibar yapılması ve bu Patrikliklereait taşınmazların iade edilmesi,

4- Bu coğrafyada yaşayan bütün halklara anadilde eğitim hakkı verilmesi,

5- Süryani toplumunun din adamı yetiştirebilmesi için, önündeki engellerin kaldırılması,

6- Süryani din adamlarının askerlik görevinden muaf tutulması ve TC vatandaşlığı şartının kaldırılması,

7- Turabdin ve çevresinde gasp edilen manastır arazilerinin koşulsuz olarak Süryani toplumuna iade edilmesi,

8- Süryanilerin ibadethane ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için kilise inşaedebilmelerinin önündeki engellerin kaldırılması,

9- Toplumda yaşayan farklı halklara karşı medya ve sosyal platformlarda kullanılan ayrımcı nefret diline yönelik çalışmalar ve yasal düzenlemeler yapılması,

10- 1936 yılında çıkartılan Azınlık Vakıfları Beyannamesinin iptal edilmesi içinçalışmalaryapılması.

Ezdi halkının talepleri (Azad Barış / EZDİKÜLTÜR VAKFI):

1- Ezdi cemaatimiz dâhil bu topraklardaki bütün halkların inançlarını özgürce kendi ibadethanelerinde, kendi kutsallarının korumasında yaşayabilmeleri sağlanmalı ve anayasal olarak bu hakları güvence altına alınmalıdır. Yeni anayasa tüm inançları kucaklamak ve hepsine eşit mesafede durmak zorundadır.

2- Bireysel, etnik, kültürel ve inançsal farklılıkların hak ve özgürlüklerini temel alacak yeni ve tam demokratik bir anayasa talep ediyoruz. Devlet hem tarihsel hem de güncel durum itibariyle inancımızı bu coğrafyanın bir zenginliği olarak kabul etmeli ve anayasal olarak garanti altına almalıdır.

3- Coğrafyamızda süren haklı mücadelenin bir bedeli olarak elimizden alınan köylerimiz, topraklarımız ve mallarımız bir an önce iade edilmelidir.

4- Devlet kendini bütün olumsuz ve yanlış simge ve yakıştırmalardan (Dinsiz, Yezit, Şeytan, Kâfir vb.) soyutlamalı ve Ezdi cemaatinin hak ettiği itibarı resmi düzeyde iade etmelidir.

5- Okullarda Ezdi inanç ve manevi kültürüne vurgu yapılmalı ve Ezdi çocukları zorunlu din dersinden muaf tutulmalıdır. Tarih kitaplarında cemaatimizin inançsal hakikati yer almalı ve yüzyıllardır yaşadığımız halis gerçeklik böylelikle kayıtlara geçmelidir.

Gürcü halkının talepleri (Fazlı Kaya / DEMOKRAT GÜRCÜLER PLATFORMU):

1- Demokratik yeni bir Anayasa.

2- Anadilde eğitim hakkı.

3- Anadillerin ve kimliklerin anayasal-yasal güvenceye kavuşturulması.

4- Asimilasyon uygulamalarının sona erdirilmesi.

5- Asimilasyona uğratılmış halklara pozitif ayrımcılık uygulanması.

6- TRT’de Gürcüce yayın hakkı.

Gürcü halkının talepleri (Eşref Yılmaz / GÜRCÜ DİL MERKEZİ):

1- Parlamento, sokakta başlayan kavganın yasal duruma geldiği bir yerdir. Milletvekillerimiz halk için kürsüden ve kavgadan çekinmemelidir.

2- Etnik kültürlerin, dillerin korunması, geliştirilmesi ve yaşatılması için var olan tüm bürokratik engeller koşulsuz (amasız-fakatsız) kaldırılmasını istiyoruz.

3- Sınır komşusu halklarıyla dil, kültür vb. sanatsal etkinliklerin organizasyonundaki bürokratik engellerin kaldırılmasıve devlet bütçesinden finanse edilmesini istiyoruz.

4- Etnik temelde kurulan sivil örgütlenmelerin (dergi-dernek-sanal platform ve oluşumların) katılımcı demokratik unsur olarak muhatap alınmasını istiyoruz.

5- Bu sivil örgütlenme ve oluşumların ekonomik ve sosyal sorunlarının çözülmesi ve desteklenmesi için TBMM’de Sivil Toplum Komisyonu’nun kurulmasına halkların ortak vekilleri çaba göstermelidir.

6- Seçilen vekillerin vekil olduklarını, asıllarının halk olduğunu asla unutmamalarını istiyoruz.

Laz halkının talepleri (Selma Koçiva / LAZ MEKTEBİ):

1- Laz kültürel kimliği tanınmalı ve anayasal güvence altına alınmalıdır. Vatandaşlık tanımı değiştirilmeli ve kültürel aidiyet eklenmelidir.

2- Anadil eğitimi doğal insan haklarından biridir. Tartışılamaz ve seçmeli ders modeli ile geçiştirilemez.

3- Tarih bilincimizde önemli yeri olan tüm Lazca yer adları iade edilmelidir.

4- Doğal yaşam alanlarımız ve su kaynaklarımız korunmalı, toprağı-suyu ticarileştiren ve kültürel asimilasyona ve yıkıma yol açan tüm otoban, HES vb. projeler iptal edilmelidir.

5- Toprağı yoksullaştıran tarım metotları terk edilmeli, çay üretimi de dâhil olmak üzere organik üretime geçilmelidir.

Pontos halkının talepleri (YannisVasilis):

1- Karadeniz dahil son yüzyılda gerçekleştirilen katliamlar ile yüzleşmeyi sağlayacak mekanizmaların örgütlenmesini,

2- 1913 ile 1923 arası Büyük Pontos Pogromu sürecinde kaybedilen ya da alıkonulup Türk ailelerine verilen Pontos çocuklarının kimlik bilgilerinin TBMM tarafından açıklanmasını sağlamak ve bu yönde hükümet üzerinde baskı oluşturmak üzere bir komisyon kurulmasını,

3- Pontos Soykırımı ve diğer soykırımlar için Türk devletini harekete geçirecek komisyonlar oluşturulmasını,

4- Diasporada yaşayan ve Pontos’a geri dönmek isteyen ailelerin haklarının ve yurttaşlıklarının iadesi için Türk devletini harekete geçirecek çalışmalar örgütlenmesini,

5- Tüm bu çalışmaların yapılabilmesi için geçici bir ittifak konferansı yerine, bu konferansın ardından halkların ligi olabilecek bir kongrenin, tüm halkların ve inançların ortak hareket edebileceği bir HALKLAR LİGİ kurulmasını talep ediyoruz.

Kürt halkının talepleri (Seydi Fırat / DEMOKRATİK TOPLUM KONGRESİ):

1- Türkiye’nin çoğulcu kimliğine dayalı evrensel bir anayasa yapılması,

2- Yeni mecliste Hakikatleri Araştırma ve Gerçeklerle Yüzleşme Komisyonu’nun kurulması ve yüzleşmenin yaşanması,

3- Kürdistan’da savaş süresince 4000’e yakın köy yakıldı, insanlar göç ettirildi. Bu köylerin imar edilip köylerini terk etmek zorunda bırakılmış olan insanların köylerine geri dönüşünün sağlanması,

4- Koruculuk sisteminin lağvedilmesi,

5- Yeni meclisin 10 maddelik Dolmabahçe deklarasyonunu temel alarak Türkiye’nin demokratik dönüşümünü sağlaması,

6- Siyasi tutukluların ve hasta tutukluların serbest bırakılması,

7- Türkiye’nin idari yapısının yerel demokrasisinin gelişimine ve demokratik özerkliğe uygun bir şekilde reformdan geçirilmesi,

8- Hükümetin Rojava’daki savaştan elini, çetelerden desteğini çekmesi.

Rum halkının talepleri (Mihail Vasiliadis / APOYEVMATİNİ):

1- 1936 yılında çıkartılan Azınlık Vakıfları Beyannamesi Yasası iptal edilmeli ve bu yasa ile elkonulan tüm vakıf malları sahiplerine iade edilmelidir.

2- Azınlıklar Tarih Komisyonunun tüm tutanakları derhal açıklanmalıdır.

3- Tuzla yetimhanesi hemen sahiplerine iade edilerek gazeteci Hrant Dink Yetimhanesi adıyla hizmete sokulmalıdır.

Arap Alevi halkının talepleri (Seher Eriş / ARAP ALEVİ GENÇLİK MECLİSİ):

1- Arap Alevi halkının inanç ve kültür alanında uğradığı asimilasyonun son bulması,

2- Arap Alevi kimliğinin kabul edilmesi ve Arap Alevilere yönelik nefret söylemlerinin suç kapsamında değerlendirilmesi,

3- Arapça anadilde eğitim hakkının sağlanması,

4- Zorunlu din derslerinin kaldırılması,

5- Alevi katliamlarının devlet tarafından kabul edilmesi ve resmi özür dilenmesi,

6- Suriye Antakya sınırında yaşanan katliamlara ve eğit-donat projelerine son verilmesi için halklar arası dayanışmanın yükseltilmesi,

7- Devlet tarafından değiştirilen Arapça köy ve belde isimlerinin geri iade edilmesi,

8- Alevilerin yoğunluklu yaşadığı bölgelerde nükleer santral, HES vb. doğa katliamına yol açan tüm projelerin iptal edilmesi,

9- Tarımda ürün fazlasını alternatif ürünler haline dönüştürmek için projeler geliştirilmesi ve geliştirilecek ürünlerin ekonomiye kazandırılması.

Ermeni halkının talepleri (Aleksis Kalk / NOR ZARTONK):

1- Soykırımcı, asimilasyoncu, inkârcı sisteme son verilmesi,

2- Halklar arası dayanışmanın yükseltilmesi,

3- Tuzla Armen Yetimhanesinin yıkımı ve yağmasına izin vermemek için ortak mücadelenin geliştirilmesi.

Ermeni halkının talepleri (PakratEstukyan / AGOS):

1- Halkların kendilerini rahatça ifade edebildiği, hiçbir baskı altında olmadığı ya da hiçbir şeyin dayatılmadığı bir Türkiye istiyoruz.

2- Halklar olarak soykırımcı, inkârcı zihniyetin kırılmasını istiyoruz.

Alevi halkının talepleri (Aydın Deniz / HUBYAR SULTAN ALEVİ KÜLTÜR DERNEĞİ):

1- Alevi halkının ibadethanesi olan Cemevlerinin yasal statü kazanması,

2- Zorunlu din derslerinin kaldırılması, seçmeli din dersi dayatmasının son bulması,

3- Devlet tarafından el konulmuş Alevi dergâhları ve inanç merkezlerinin Alevi toplumuna geri iade edilmesi,

4- Topraklarımızda yaşanan katliamlarla Yüzleşme ve Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurulması ve tüm bu katliamlarla yüzleşilmesi,

5- Madımak Otelinin utanç müzesi haline getirilmesi ve bugün var olan müzeden katillerin adlarının çıkartılması.

Türk devleti bizim canımız ve malımız üzerinden yükseldi

Türk devleti bizim canımız ve malımızın üzerinden kuruldu
Halklar konferansına sunumum
Yannis Vasilis Yaylalı

Türk devleti 19 Mayıs 1919 tarihini kendisi için bir kurtulma tarihi olarak göstermektedir.Biz resmi ideolojinin yalan propagandalarından biraz da olsa kendini sorgulayarak sıyrılmış olanları, iyi biliyoruz ki o gün ve o yıllar bizim canımız ve malımız üzerinden bu devlet yükseldi.O yılların kayıtları yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır.O yıllarda kurtulduk dedikleri bizlerdik aslında, varlığımız ve malımız bu inkarcı devletin maalesef harcı oldu.
247163_10206381950452711_15519636523197561_n
Sevgili dostlar öncelikle hepinize Botan halkından, Yerinden yurdundan katliamlarla sürülen Şengalli Ezidi Kürtlerden ve tüm toprakları İşid çeteleri tarafından işgal edilmek istenen ve büyük fedakarlıklar sonucu, Işid çetelerinden arındırılan bugün daha özgür olan Kobane halkından size selam getirdim.

Dostlar bugün Ordadoğu,Mezopotamya ve Kürdistan’da var olma mücadelesi yürüten bir halkın yanından geliyorum. Ortadoğu yeniden yangın yerine dönüştürülmeye çalışılıyor,Kapitalist Emperyalist sistem yeniden bir düzenleme için çok kanlı bir plan yaptı. Adım adım ise bu planı devreye soktu. Suriye’nin Kuzeyi Yani Batı Kürdistan(Rojava) da bu ateşin içine sokulmak istendi. ABD ve Türkiye’nin de içerisinde bulunan Esad karşıtı ittifak, Kürtlerin koşulsuz olarak oluşturulmak istenen sözde Suriye muhaliflerine katılmaları isteniyordu.

Kürt halkı buna cevap olarak yeni bir model önerdi.

Kürt halkı elbette kendi varlığını yıllarca ret etmiş hatta kimlik dahi vermemiş hapishanelerinde bir çok insanını yok etmiş bir diktatörü istemiyordu.Fakat Kürt halkı, ABD-Arabistan-Katar-Fransa ve Türkiye ve sonra destekçiler artarak devam etmiş olan emperyalist bir ittifakın da parçası olamazdı. Kawa’nın torunları üçüncü yolun ilk ateşini 19 temmuz 2012 günü Kobane de yaktı.Halklar karşıtı lobi ve uluslararası emperyalist güç buna karşı direkt tavır koydu. ABD ve diğer Esat karşıtlarının Türkiye’de sözde Suriye muhalefeti ile toplantısına Kürtlerin dahil edilmemesi, aslında ilk defa fiili Rojava devrimine de yaklaşımını gösteriyordu.Bu lobinin tezgahı ile 2013 yılının mart ayında Urfa Ceylanpınar üzerinden Serekani’ye geçirilen El Nusra güçleri ile YPG-YPJ güçlerine saldırdılar.Fakat daha sonra bir çok dememeye şahit olacağımız bu provokasyonların hiç biri tutmayacakdı.

El Nusra ile sonuç alınamayınca, Işid çetelerinin aynı şekilde Rojava gitmesi teşvik edildi.Bu çete gurubu bir çok kanlı eylem ve katliam yapmasına rağmen üçüncü yol için, öz savunma mücadelesi yürütenler, bu çeteleri durdurarak halklara ve her türden inançta olan kesime güven verdi.

Bunun üzerine Kürt halkı bölge’de yaşayan diğer halk ve inanç ve farklı görüşten olan kesimlere bu yangın yerinde üçüncü yol önerisi ile; ”Din, dil, ırk, inanç, mezhep ve cinsiyet ayrımının olmadığı, eşit ve ekolojik bir toplumda adalet, özgürlük ve demokrasinin tesisi için. Demokratik toplum bileşenlerinin siyasi-ahlaki yapısıyla birlikte çoğulcu, özgün ve ortak yaşam değerlerine kavuşması için. Kadın haklarına saygı ve çocuk ile kadınların haklarının kökleşmesi için. Savunma, öz savunma, inançlara özgürlük ve saygı için. Bizler demokratik özerk bölgelerin halkları; Kürtler, Araplar, Süryaniler (Asuri, Keldani ve Arami), Türkmenler ve Çeçenler olarak bu sözleşmeyi kabul ediyoruz.”(1) diyen herkes ile üç bölgeden oluşan Rojava kantonlarını ilan ettiler.

İlerici halklar ile tek tipçi despotlar arasındaki savaş.

Burada yaşayan halklar 1960 yılından itibaren arap kemendi denilen, ve halkları birbirine kırdırma projesi olan bir sisteme karşı üçüncü yolun modelini ise söyle ifade ediyorlar.Size Rojava’ nın Amude kentinde Rojava Demokratik Özerklik Yönetimi Yasama Meclisinin,06.01.2014 tarihinde kabu ettiği Rojava toplumsal sözleşmesinin giriş bölümünden kısa bir pasaj okumak istiyorum.”Demokratik Özerk Bölge Yönetimleri; ulus-devleti, askeri ve dini devlet anlayışını, aynı zamanda merkezi yönetimi ve iktidarı kabul etmez.Demokratik Özerk Bölge Yönetimleri; bütün etnik, toplumsal, kültürel ve ulusal oluşumların kendilerini kurumları aracılığıyla ifade etmeleri için toplumsal mutabakata, demokrasiye ve çoğulculuğa açıktır.

Demokratik Özerk Bölge Yönetimleri; ulusal ve uluslararası barışa, Suriye’nin sınırlarına ve insan haklarına saygılıdır.” Toplumsal Sözleşme’nin oluşması, demokratik toplumun inşasının aracı ve toplumsal adaletin güvencesi olan Demokratik Özerkliğin tesisi ve bilimsel bir toplumun inşası için; Demokratik Özerk Yönetimler’deki Kürtlerin, Arapların, Süryanilerin, Ermenilerin ve Çeçenlerin istemleri ile Suriye’nin diğer halklarının istemleri demokratik bir Suriye ve Demokratik Özerk Yönetimler’in siyasi-toplumsal bir sistem olmasında birleşti. Bu amaçlar ve böyle bir yönetim için bu sözleşme kabul edilmiştir.” Sadece giriş bölümünden bile anlayacağımız üzere Tek tipçi uluslararası emperyal sistemin neden hedef tahtasında olduğu anlaşılır.

Kobane bize halkların bir arada yaşama şansının hala tükenmediğini gösterdi.

Gönüllülük temelinde bir araya geldiğiniz zaman dünyanın tüm güçleri üzerinize gelse, o güçlere bir kere daha gücün sadece teknik imkanlar ile oluşmadığını göstermiş oluyoruz.Rojava ya da Benim’de en az sıcak şekilde altı ayına şahit olduğum Kobane’de durum üstte özetlediğim gibiydi.Devasa imkanları olan ve Türkiye dahil tüm gerici güçlerin desteğini arkasına almış,tank,top,füze gibi bir teknik gücüne sahip olan İşid çeteleri, insanlığın kalesi durumuna gelen Kobane’yi terk etmek zorunda kaldı.

Böylesi bir girişi yapmamın nedeni bize unutturulmaya çalışılan bazı değerleri, Rojava’da mücadele eden halkların, ve her türden inanca sahip olan insanların bir kere daha bize hatırlatmasından dolayıdır. Bizde ne Suriye ve Rojava’da olduğu gibi fiziki bir Arap kemendi söz konusu, Ne de İrlanda’da olduğu gibi duvarlar söz konusu , çok daha önemli bir şey bizde kayboldu ya da kaybolmak üzere olduğunu düşünüyorum. Bir arada farklılıklarımızı kabul ederek hoşgörü içerisinde aynı coğrafya’da yaşama güdümüz Osmanlı’dan itibaren itibaren sistemli şekilde nerede ise yok edildiğini söyleyebilirim.

Pontos’tan Karadeniz’e kalan koca bir sessizlik

Böylesi bir girişten sonra sonuç olan benim ve halkımın Pontos Rumlarının makus kaderine giriş yapabilirim.Beni buraya gelmeye ikna eden arkadaşıma dediğim gibi, Kürt halkı ve sorunları ile ilgili oturup haftalarca burada konuşabilirim.Karadeniz’e yani Pontos’a bize gelince ne söyleyebilirim dedim.Bizden geriye ne kalmıştı ki, sizinle ne paylaşabilirdim, bizim durumumuzu Topal Osman ile o dönem Sinop mebusu Dr. Rıza Nur “Hayatım ve Hatıralarım” adlı eserinde anlattığı bir dialog çok güzel anlatıyor. Topal Osman’a belki yine değinebilirim ama bilmeyenler için 1912-1923 yılları arasında bize uygulanan soykırımın da baş aktörüdür.Aynı zaman da Mustafa Kemal Atatürk’ün fedaisi diye de ün salmıştır.

Taş üstüne taş koyma, bir daha burada kilise vardı, diyemesinler dedim.

Bir gün Topal Osman ile karşılaşan Dr. Rıza Nur arasında şu konuşma geçer;

– Bu gâvurlardan hayır yoktur. Ben bu işleri iyi yapıyorum diye yapıyorum. Kötü ise iyisini söyleyin. Derhal öyle yaparım. Ben cahil bir adamım. Yalnız bir gayretim var; Türküm, Müslümanım. Evet, Türk’ü, dini gavurlardan kurtarmak için çalışıyorum. Başımı bu yola koydum

– Osman Ağa’nın bu sözü bana çok te’sir etti. Pek sevdim. Hem dindar, hem Türkçü. İkisi birden bu cahil adamda, mükemmel şey. Sonra bilfiil büyük bir cesaretle harpler ediyor. Yanıma çağırıp oturttum ve kendisine;

Ağa! Sen Ferid Bey’e, bilmem kime bakma! Yaptığın yanlış değil. Tamamıyla doğrudur. Haklısın, vatana büyük hizmetler etmişsin. Bildiğin yolda devam et! Dedim.

– Ya bunlar sonra bir şey yaparsa?, dedi.

– Ben senin tarafındayım. Korkma! Dedim.

– Ağa, Pontus’u iyi temizle, dedim.

– Temizliyorum, dedi.

– Rum köylerinde taş taş üstüne bırakma, dedim.

– Öyle yapıyorum ama kiliseleri ve iyi binaları lazım olur diye saklıyorum, dedi.

– Onları da yık, hatta taşlarını uzaklara yolla, dağıt. Ne olur ne olmaz, bir daha burada kilise vardı, diyemesinler dedim.

– Sahi öyle yapayım. Bu kadar akıl edemedim, dedi.

Ponotos’a baskılar Osmanlı ile başlar…

Dr Rıza Nur ile Topal Osman arasında ki bu dialog nasıl bir planlamanın devrede olduğunu bize açıkça anlatıyordu.Tabii bugün yavaş yavaş yavaş kendi tarihimizi öğreniyoruz.Bizim rum olamayacağımızı ispatlamaya çalışanlar, peki Samsun ve çevresindeki Rumlar neden Türkçe konuşuyorlar diye sorduklarında karşımıza Osmanlı’nın Karadeniz’e girdikten sonra bir milli siyaset gibi uygulanan dil ve din asimilasyonu ile karşı karşıya olduğumuzu da gördük. Osmanlı’da sadrazamlık 1656-83 arası Köprülü Mehmet Paşa sonra oğlu Fazıl Ahmet paşa ve damatları Kara Mustafa paşa sürdürür.Bu dönem’de Pontoslu Rum halkına baskılar oldukça artmıştır. Kendisi de Amasya’lı olan Kara Mustafa Paşa da her türlü şeyi bahane ederek Rum halkına baskı uygulamaya devam ettiğini görüyoruz. Fakat asıl baskı 1670 ile birlikte gelir Rumca konuşmak yasaklanır. Rumca konuşanların ölümle cezalandırılacağı duyurulur. Bununla da yetinilmez, Osmanlı askerleri ve muhbirleri sürek avı başlatır ve çarşı pazar Rumca konuşan insanlar aranır.

Rumca konuşurken yakalanan kadınların ve çocukların dilleri kesilir, erkekler ise idam edilir. 8 ila 15 yaş arasındaki çocuklar, ailelerinin elinden zorla alınarak (Türkçe konuşmaları ve Müslüman olarak yaşamaları için) bilinmeyen yerlere götürülür.[2] tabi halkımız tüm baskılara rağmen dilini ve kültürünü yaşamaya devam etmek ister.Halkımız Her türlü baskıya rağmen Bafra ve civarında kendi dili ve kültürünü sürdürmek isteyince Amasya’lı Kara Mustafa Paşa, Bafralı Rumları cezalandırmak için Osmanlı beylerinden Hasan Ali bey sadece Bafra rumlarını cezalandırmak değil yaptığı katliamla diğer bölgedeki Rum halkına korku salmak için yüzlerce insanı Bafra’da katleder.

Bu arada bu katliamdan kurtulmak için 1500 kadın ve çocuk(3) Bafra’da bulunan Kız kalesine sığınır.Direniş kaleye ulaşır ve uzun bir direnişin ardından Osmanlı kaleye girmeyi başarır.Yine Maliyaris yayınlarından çıkan Pontos ansiklopedisinin anlatımlarına göre 30 kadın Osmanlı’nın eline geçmektense kendini kale surlarından aşağıya uçuruma bırakmştır.Bu yüzden o kale unutturulmaya bırakılmıştır.Barındırdığı o direniş kültürünü ortaya çıkarmak istenmemiştir.Tabii aynı zaman da yaptıkları katliam da ortaya çıkacakdı.Osmanlı yaptığı baskının sonrasında gördüğü direnişten ürker ve geri çekilir.O günden sonra o kalenin ismi kız kalesi olarak kalacaktır.

Ya Dilimizden vazgeçmemiz ya da dinimizden vazgeçmemiz istendi

Osmanlı bu olayların ardından yeni bir yöntem üretiti.Padişah’ın imzasıyla çıkarılan bir ferman ile Pontoslu Rumlara “YA DİNİNİZİ YA DİLİNİZİ DEĞİŞTİRECEKSİNİZ” emri yollanır.

İşte bu ferman Pontos’un ve biz pontoslu’ların dünden bü güne kaderimizi belirleyen önemli bir özellik taşıdı. Bu ferman sonrasında Pontos’un batı kısmı (Samsun, Giresun, Tokat, Ordu, Amasya) yaşayan Rumlar, Ortodoks Hristiyan olarak dinlerini sürdürmeyi, dillerini değiştirip Türkçe konuşmayı kabul ettiler.

Pontos’un doğu kısmı ise (Trabzon, Rize, Gümüşhane) yaşayan Rumlar ise tam tersine Rumca konuşmayı sürdürmeyi, dinlerini değiştirip Müslüman olarak yaşamayı kabul eder. Ancak ileriki yıllarda anlaşılacağı üzerine Pontos’un doğusunda yaşayanlar bir kısmı dışarıya Müslüman görünürken, gizli Hristiyan olarak dinlerini de devam ettirir.Bu konuyu Yunanistan’da yaşayan Pontoslu yazar Yorgo Andreadis kendi aile hikayesinden yola çıkarak gizli din taşıyanları kitabına işlemiştir

Tarihimiz bir çok direniş ve aynı zamanda da yenilgiler ile doludur.Osmanlı’dan ittihatçılara ve ardından kurulan Türkiye devletine bir çok saldırıya karşı çok uzun soluklu direniş tarihimiz olmuş,fakat zamanla yalnızlaştıkca, tehcir ve uygulanan soykırım’a karşı iki yüzlü uluslararası ilişkiler yüzünden zaman için de halkımız bu saldırılara karşı koyamaz duruma gelmiştir. Sonrası çorap söküğü gibi geldi .Büyük Pontos pogromunda ölmeyenler, önce gizli gizli kendi kültürünü yaşamaya çalışsa da yavaş yavaş, artık tüm olup bitenlerin korkusundan dolayı kültürel aktarmayı yapmayı bıraktılar. Parası olanlar Pontos’tan ayrıldı, olmayanların çoğu zaman içinde nerde ise tüm bilinçlerini, tüm Pontos değer yargılarını unuttu.

Pontos’un yiten kimlikleri

Benim dedemin babası ve onun ailesi’de Topal Osman’ın deyimi ile Bafra’nın dağlık bölgesinde yer alan Asar’ın Yayla mahallesinde Tütsülendiler.Bugün anlayacağımız dile çevirirsek sonraki anlatımları dinlediğimizde ailemiz büyük ihitimal ile sığındıkları mağaraların ağızları kapatılarak tuman içinde ölmeleri sağlandı.Tüm bilgilerimiz daha sonradan edinilmiş bilgiler, tek elle tutulur olan bilgi dedemin Rum yetimhanesi yerine Hüseyin diye bir Türk ailesine verildiğidir.Sonra bildik klasik devşirme yöntemleri uygulanmış, dedem genç yaşta tetonoz olup yaşamını yitirmiş,etrafında çok sevilen biri olduğu anlatılıyor.Torunu olan ben hiç bir zaman dedem acaba kendisinin Pontos’lu olup olmadığını öğrendi mi ? bu bilgiye sahip değilim.

Biz Pontos gelenek ve göreneklerine göre yetişitirilmedik,amcamlar bir yalan uydurdular, babam de buna iitiraz etmedi. Belki korku bunu yaptırmıştı,bilemiyorum belki de gerçekten devşirme kimliğinin getirdiği bir şeydi.dedemizin babası Asar’da ölmemiş sözde kurtuluş savaşına gitmiş ve orada yaşamını yitirmiş olduğunu bize söylüyorlardı.Peki Büyükannemiz de mi sözde olan kurtuluş savaşına gitmişti.Tüm hazırlıklar dedemiz üzerine yapıldığı için bu soruya sadece gözler kaçırılarak bilmiyorum denirdi.yanlış bir şey kapılmayın ben bu soruları asla çocukken sormadım, o dönemde bu sorular benim zihnimi meşgul etmiyordu. Bafra ikiye bölünmüş bir yapıya sahipti, biz de faşistlerin yoğun yaşadığı Kızılırmak mahallesinde yaşıyorduk. .Baba ve annemiz tanrımız olmaktan çıktığı an bu mahelle de kendi geleceğine katil oluverirsin, ben bunu yaşararak öğrenmek zorunda kaldım.Herkes’in bir kahramnı vardır, kimi Deniz’e sevdalanır, kimi Mahir’a ya da İbo’ya biz ise Türkeş’e sevdalanmıştık.Bize mahalle de abilerimiz sürekli onları anlatırlar dı. ve nasıl mileti ve devleti korumak için yaptıkları fedakarlıkları anlatırlar dı. Çok iyi Müslüman ve Türklük davasının neferiydi. Anlayacağınız küçükken hangi kahramana bağlandığınız sizi iyi ya da kötü insan yapıyor du. Benim seçimim ise çoktan belirlenmişti.Ben Dünün topal Osman’ı bugün’ün ise Ogün’ü olmaya adaydım.

Bizim Pontos’da ocaklarımız söndürülmüşken,başkalarının ocaklarında baykuş olmamız istendi.

Askerlik sürecime kadar gittiğim,konuştuğum, gördüğüm her şeyin geleceğimi katilliğe gebelediğini söylemekten çekinmiyorum.Bunu neden söylediğimi size bir hatıramı aktararak daha iyi anlatabilirim. Her şey bitmiş, artık vatan -bayrak-devlet için ölmeye hazır hale geldikten sonra asker gitmiş, acemi birliğinden ayrılma ve seçimler dönemi geldiğinde Kıbrıs’a gitmem olasılığı belirdiği halde gitmeyi bırakın,Kıbrıs’a gidenleri bir kalemde hain ilan etmiştim.Yanımda elini kaldıran arkadaşımın yüzüne bir daha bakmamıştım.Savaş’a Kürdistan’a doğru o dönem benim için kutsal bir savaş’a doğru yol alıyordum. her şeyden habersiz ezber bilgiler ışığında yaşanmış bir ezber yaşam ile devlet için ölmeye öldürmeye gidiyordum.Bizim için en kutsal olan yerin yani ordunun içerisindeydim.

Mardin’de öyle uzun zaman kalma şansın olmadı.Bizleri hiç bilmediğimiz bir halkın dağlarına helikopterler ile bıraktılar. Gabar dağına gelmiştik, bizden önce bir çok yeri yakılmış ve virane hale gelmişti.Unutamadığım o yanık kokusu,ne zaman bir virane evin yanından geçsem ve yanık kokusu ile karşılaşsam o günler kabusum olarak beni yakalar.Devam edecek olursam,yanık kokusuna tekrar yakalanmadan söylemek gerekirse, geri kalan köylerin boşalması ve insanların kaçması için her şeyi yaptık.Hem de biz ne yaparsak yapalım anlamadığım şekilde hala bize insan gözü ile bakan bir halk vardı karşımızda,o halk bize bal ve badem ikram eder, biz ise karşılık olarak arkalarında yanmış virane olmuş köyler ve gözü yaşlı anneler bırakırdık.

Daha da uzatmadan devam edecek olursam şu an yaşadığım Roboski köyüne yakın olan Uludere’nin bir köyü olan Mijin köyüne de tüm bu hırs ve kin ile gitmiştik ki karşımıza yine yakılmış köyler,boşaltılmış ,büyük bir sessizlik bizi orada karşıladı.Burada bizden önce yine büyük bir çatışma yaşanmış, otuz kişiye yakın asker ölmüş ve bir asteğmen esir alınmıştı.Biz ise o bölgeyi gerilladan arındıracaktık,her gün bu anlamı ile brifing düzenleniyor, ordu işini şansa bırakmıyor du. Brifingler de neler olduğunu söylemeye gerek yok. Fakat daha sonra bir hatırlatma yapacağım olduğum nefret dili ile ilgili olan şeyi aktarmak istiyorum.Bizim savaşmaya geldiğimiz topraklarda Müslüman yoktu,ve burada yaşayanların çoğu Ermeni olduğu söylenirdi.Daha bir çok şey söyleniyordu da bunları burada anlatmaya zaman olduğunu düşünmüyorum.

Biz o dağdakileri tanımıyor ve bilmiyorduk, gerilla bizim bu kadar büyük güçle gelmemize karşın hazırlık yapmıştı. Kelâ Memed dağlarında üçüncü günümüzde önce bizim olduğumuz birlik vuruldu. Ben ayağımdan vurularak bağlı olduğum birlikten koptum. Boş arazide iki gün yaralı kaldıktan sonra bana ulaşan asker değildi.O kadar beklememe rağmen, bendeki bir çok mit’i de alıp beraberinde kaybolup gitmişlerdi.Beni kan kaybından bayıldıktan sonra gerillalar buldu, kelimenin tam manası ile buldular,çünkü Osmanlı’nın Karadeniz’e girmesi ile başlayan kaybolma tarihimizi, itithatçılar ile devam edip, cumhuriyet ile en üst boyutuna varmıştı ki , Gerilla tüm bu kaybolmuşluğum ile yüzleşmemi sağlayacaktı.Kürt halkının varlığı ile yüzleştikçe Pontos’u ve Pontos halkı ile kendimi buldum.İki sene devletin sistemin, sürekli yaşamımızı denetlemediği iki seneden fazla zaman özgür dağlar da kendim ile halkım ile ve diğer inanç ve halklar ile yüzleşme şansı yakaladım.Tüm bu alt üst oluşları yaşadıktan sonra Benim kadar şanşlı olmayan doğduğumdan beri yaşadığım Bafra’ya döndüm.Aslında bilmediğimden değil, beni nelerin beklediğini üç aşağı beş yukarı biliyordum.Çünkü ben bu topraklardan çıkmıştım.Herkes beni özüre davet ediyordu, Amcam televizyona çık ve PKK aleyhinde konuş,Kürt halkı aleyhinde konuş diye beni ikna etmeye çalışıyordu.Size anlatacağım hatıraya gelince Bafra’da aynı mahalle’de beraber büyümüş ve yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen çocukluk arkadaşımın yanına gititm. Konu konuyu açınca hiç bir şey bizim gördüğümüz gibi değilmiş, bir halka devlet orada savaş açmış deyince ”oğlum yürü git ya senin beynini yıkamışlar,oğlum biz seninle birlikte keyif için kürt dövmüyormuyduk. Sana ne oldu,senin beynini yıkamışlar çok dikkatli ol seni izliyorlar’ dedi.

Bu bizim nerden nereye geldiğimizin çok çıplak bir anlatımıdır.Bizim varlığımıza gelişen saldırılara karşı Kız kalesi direnişinden,ya da o vefalı düşmanına atalarımızı teslim etmeyen Nebiyan dağı artık çok uzağımızdaydı. Dr Rıza’nın Topal Osman’ tembihlediği gibi, her bir parçamız öyle dağılmıştı ki varlığmız artık tartışılır duruma gelmişti. Yüzlerce kilisemiz,onlarca okulumuz ve en önemelisi de yüz binlerce insanımız ya tütsülendi, ya da korkunç burada anlatılamayacak yöntemler ile yok edildik.

Bizim için 19 mayıs Büyük Pogrom günüdür

Türk devleti 19 Mayıs 1919 tarihini kendisi için bir kurtulma tarihi olarak göstermektedir.Biz resmi ideolojinin yalan propagandalarından biraz da olsa kendini sorgulayarak sıyrılmış olanları, iyi biliyoruz ki o gün ve o yıllar bizim canımız ve malımız üzerinden bu devlet yükseldi.O yılların kayıtları yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır.O yıllarda kurtulduk dedikleri bizlerdik aslında, varlığımız ve malımız bu inkarcı devletin maalesef harcı oldu. Mustafa Kemal Atatürk’ün sözde Pontos halkı Topal Osman gibi çetelerden koruması için İstanbul hükümeti Karadeniz’e göndermişti.Peki ne oldu biliyor musunuz daha ilk ayında Topal Osman ile Atatürk havza’da bir araya geldiler. halkımıza karşı sürmekte olan katliamın örgütsüz olduğu kararı üzerine Topal Osman’a daha fazla zalimlik yapabilsin diye bir katliam birliği oluşturdular.Bakın biz neden o tarihi seçtik iyi anlaşılsın diye bir şeyi daha aktarmak istiyorum.Bu Topal Osman çetesinden sadece biz şikayetçi değildik.o dönemin mülki amirleri de şikayetçiydi. bu konu da her fırsatta hükümet bilgilendiriliyordu. İstanbul hükümetinin Ermeni ve Kürt halkına karşı uygulamalarından idam cezası almış olan Topal Osman’a Atatürk ricası ile af çıkarıldı. istanbul hükümeti- sonradan oluşacak Ankara hükümeti ve Mustafa Kemal ve diğer ittihatcı artıkların bilgisi dahilinde bize bugün sürekli kanıtlamaya çalıştığımız büyük POGROM uygulandı.

Çözüm süreci saldırıları ve imkanları

Halklar bir çok dönemde olduğu gibi yine TC devleti tarafından geniş çaplı bir saldırıya maruz kalmaktadır.Hükümet geleneği gereği hem muhafazakar hem de ırkçı bir siyaset izliyor.Kürt halkı lideri PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 2013 newroz’un da yaptığı ateşkes ve çözüm süreci çağrısına bu sefer çift taraflı olmak üzere devlette ateşkes’i kabul etmek zorunda kaldı.

İktidar,Kürt fobisi ve kolonyal rant ile Türkiye Suriye savaşına dahil oldu

Elbette bu sürecin isteyerek bir parçası olmadı.Türkiye devletini de bağlayan Uluslararası güçler Suriye-Rojava için yeni bir düzenleme yapacaklar,ve bölgede kendilerine truva atı olarak Türkiye’yi seçmişlerdi.Türkiye iki ya da üç nedenden dolayı böylesi bir kolonyal öneriyi kabul etti. Birinci nedeni iktidarını sağlamlaştırmak istiyordu, ve uluslararası güçler buna olumlu yaklaşıyordu. İkinci neden olarak ise kangren haline gelmiş Kürt düşmanlığı önümüze çıkıyordu.Üçüncü ve daha çok sonuç ile elde edilecek olan ekonomik rant olgusu ki Güney Kürdistan’ın inşaat sektörünün büyük şekilde rantını Türk sermayesi, Türk firmalarının yediği bir giz değil di.Uluslararası güçler Türkiye’nin ret edemeyeceği üç ayaklı öneri ile karşılığında Suriye-Rojava savaşına türkiye devletini dahil ettiler.

Hal böyle olunca Türkiye devleti içerde de bir savaşı göze alamadı.Böylece gizli olmayan ve çift taraflı görüşmelerin olduğu ilk ateşkes sürecine de tanıklık etmiş oluyorduk. Türkiye devleti çözüm sürecini barışmak, ya da yenişemediğini kabul edip, bu duruma çözüm aramak yerine, kısa vadede Suriye-Rojava savaşına kendisini hazırladı.Bu duruma en iyi örnek muhalefet adı altında eli kanlı El-Kaide örgütünü Rojava’da savaşmak için hem eğitti, hem de donanımını uluslararası güçlerin kontrolünde gerçekleştirdi.Kısa vadeli olarak Suriye ve Rojava’da bu tür kontra faliyetleri örgütlerken, diğer yandan tüm çözüm süreci boyunca Kürtdistan’da güvenlik barajları, kale kollar yaptı. Sadece Şırnak üzerine 16 güvenlik barajı düşünülüyor.Yüzlerce kalekol inşaatları başladı.Bir çoğu ise ya bitti, ya bitmek üzere olduğunu biliyoruz.Koruculuk sistemi bitirileceğine, Şırnak,Hakkari,Van,Mardin gibi yerlerde yüzlerce yeni kadrolu korucuların alındığını biliyoruz.Tüm bu verilere bakıldığında bu hazırlıkların barış ya da çözüm süreci için yapıldığını kimse iddia edemez.İlk rahatladığı dönem de bu yapılanların tekrar savaşın startının verileceğinin ipuçları olduğunu düşünüyoruz.

Halkların birlikteliğinin imkanı oldukça arttı

AKP hükümetini ikinci dönemi ile başlayan siyasi soykırım operasyonlarını, Roboski’ de olduğu gibi fiziki yok etmeyi de bir kere daha deneyebileceğin emareleri oldukça artmış durumdadır.Tüm bu saldırılar devam ederken, Rojava ve özelinde Kobane’ye Isid ve onu destekleyen Türkiye ve uluslararası güçlerin çok acımasız soykırıma varabilecek bir saldırıyı dayatmaları,içeride ve dışarıda büyük infiale ve eşi görülmemiş bir birliktelik zemini de ortaya çıkmış oldu.Hükümetin Gezi süreci ile başlayan ölçüsüz saldırıları belli bir empati kurmayı beraberinde getirmişti.

Kobanê saldırısı Bu gelişen empati sürecini daha da hızlandırdı. seçimlerin yaklaştığı bu dönem de herkesin nedeni başka olsa da Halkların demokratik partisine fiili destek vermeye başladı.Bu desteğin en büyük nedeni ise AKP hükümeti ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tek kişiye dayalı diktatörlüğünü ilan etmek için seçimlere yüklenmesiydi.Nasıl ki çift taraflı ateşkes bu hükümet döneminde görülmüş ise yine bir Cumhurbaşkanının toplu açılış töreni adı altında, eilnde kuran açıktan AKP hükümetine oy istemesi de ilk defa bu hükümet döneminde ortaya çıktı.Tüm bu duruma karşı HDP ‘seni başkan yaptırmayacağız’ sloganı toplumda büyük oranda karşılık buldu.İlk defa sosyal medya da eşi görülmemiş bir örgütlülük oluşmaya başladı.

Bu seçimler iktidarı değil rejimi belirleyecek

Bu gün herkes bu şiar ile yani ‘Seni başkan yaptırmayacağız’ şiarı etrafında AKP’ni diktatörlüğünü kırmak için HDP yi seçim sürecinde desteklemektedirler.Bu dönem sadece iktidar partisi için oylama yapılmayacak.Seçmenler iki seçim ile halklar karşı karşıya olacak, birinci seçim ile AKP seçimleri büyük oranla kazanacak ve zaten fiili uygulanan başkanlık sistemi yeni tek adam dönemi tekrar başlayacak, zaten rafa kalmış olan demokrasi yerini tüm Türkiye’ye yayılan yeni ohal sistemine bırakacak . İkinci seçim ise AKP’ni tüm bu saldırı politikalarına seçmen dur diyecek ve çok renkli,çok kültürlü ve çok inançlı demokrasinin yerele yayıldığı, tek adam diktatörlüğü yerine halkın daha güçlü siyasal ve sosyal yaşama katıldığı bir yeni dönem başlayacak, bu seçim ile birlikte AKP ilk defa be seçimde net görülecek oy kaybına uğrayacak.Daha açıkçasını söylemek gerekirse önümüzdeki genel seçimlerile iktidarı değil, nasıl bir sistem de ya da rejimde yaşayacağımızı oylayacağız.

Halkların konferansı ‘halkların ligi’ni örgütleyecek kongre çağrısını yapmalıdır.

Böylesi bir süreçte halkların konferansının bir yapılmasını büyük önemsiyorum.Konferans bu anlamda birlikte daha güçlü hareket etmek için kararlar alacaktır.Bir Pontos’lu olarak Rojava da olanları,halkların yan yana yaşama kararını büyük sevinç ile karşıladığımı ifade etmek istiyorum.Böylesi bir kalkışmanın bize de örnek olmasını istiyorum.Bugün bize küçümsenmeyecek bir saldırı var.Fakat biz artık eskisi gibi güçsüz ve yalnız değiliz, bu gün dünden çıkardığımız dersler ile daha güçlü yan yana gelebiliyoruz.TC devletinin saldırılarına karşı artık daha duyarlıyız, teknolojik imkanlar olmadığı kadar gelişti, televizyonları,gazetelri satın alsa da ya da korkutup sustursa da , sosyal medya artık beşinci güç olarak halkların yanı başında desteği olarak duruyor.Gerçekleştirdiğiniz konferans sadece seçim üzerine geçici ittifak yerine, daha uzun vadeli birliktelikler oluşturacak örgütlenmeleri yaratacak bir çalışmayı önüne hedef olarak koyarsa,hükümetin başlattığı bu saldırı sürecini boşa çıkarttığımız gibi, aynı zaman da bir daha böylesi bir fütursuz saldırıların önüne geçecek örgütlülüğü de yaratmış oluruz.

Tüm orta doğu ve Afrika da olduğu gibi sunni vahabi bir mezhebe dayalı dönüşümü bu coğrafya’ya hızla dayattıkları bir yerde, biz çok renkli kimliğimiz ile buna asla geçit vermemeliyiz.Bu anlamda Bir kere daha konferansınızı selamlıyorum

Bir Pontos’lu olarak konferansa önerilerim olacak

1) Karadeniz dahil son yüzyıl da gerçekleştirilen katliamlar ile yüzleşilmeyi sağlayacak mekanizmaların örgütlenmesi gerektiğini düşünüyorum.

2) Hükümete baskı yapılarak Pontos’da 13-23 arası kaybedilen ya da Türk ailelerine verilen çocukların isimlerini açıklaması için baskı oluşturulması için bir komisyon kurulması gerektiğini düşünüyorum.

3) Pontos soykırımı ve diğer soykırımlar için Türkiye devletini harekete geçirecek komisyonlar oluşturulmalı

4) Diaspora’da yaşayan ve Pontos’a gelmek isteyen ailelerin haklarının ve yurttaşlıklarının iadesi için yine Türkiye devletini harekete geçirecek çalışmaların örgütlenmesi gerekir

5) Tüm bu çalışmaların yapılabilmesi için geçici bir ititfak konferansı değil, bu konferansın ardından halkların ligi olabilecek bir kongrenin Türkiye kesiminde örgütlenmesinin çalışmasını yapmak gerekiyor.Çerkezlerin,Pontoslu’ların,Ermeni’lerim,Kürtlerin,Suryanilerin,vs tüm halk ve inançların ortak hareket edebileceği ve güçlerimizin dağınık değil, birlikte hareket ve baskı alanının oluşturulabileceği bir HALKLAR LİGİ kurulması içim çalışma yürütülmesini öneriyorum

Ya hep beraber ya hiç…

PONTOS’UN KAYIP KIZI MAÇKALI ELENİ, NASIL EMİNE SÜMER OLDU…

PONTOS’UN KAYIP KIZI MAÇKALI ELENİ, NASIL EMİNE SÜMER OLDU…

Bu toprağın kayıp kızları onlar… Mübadele’nin köklerinden ayırıp yıktığı aileden geride kalan iki küçük kız. Biri Trabzon’da diğeri İstanbul’da birbirlerinden habersiz büyüyüp çoluk çocuğa karıştı. Bir asırlık acının sırrı Trabzon’dan gelen telefonla aralandı, kardeşler bir avuç toprakla buluştu

Mete YILMAZ / AKŞAM

Trabzon-İstanbul-Kavala arasında, filmlere taş çıkaracak mübadele öyküsü… Tarih 1920’lerin başı. Kalaycı Haralumbos Hrisostomidis, karısı Anastasiya ve küçük kızları Eleni Trabzon’un Maçka İlçesi’nde yaşıyordu. “Lambo Usta” diyordu Maçkalı komşuları Haralumbos’a. Küçük ama mutlu bir hayatı vardı üç kişilik Rum ailenin. Taa ki 1923 gelip çatana kadar.

On binlerce aileyi köklerinden koparıp tamamen yabancı oldukları topraklara savuran mübadele onları da vurdu. Ömürlerinin kalanını doğup büyüdüğü topraklara hasret geçirecekler listesine girdi Hrisostomidis’ler de.

ELENİ’Yİ KAÇIRIYORLAR
Ayrılık vakti gelip çattığında, Lambo usta eşi Anastasiya ve 13 yaşındaki kızları Eleni’yi alıp, koca bir hayatı geride bırakıyor. Gözlerinde yaş, başlarında beş asker, diğer Rum ailelerle birlikte limanda bilinmeyen geleceğe götürecek gemiye gidiyorlar. Çok geçmeden, 300 kişilik kafilenin yolunu silahlı bir grup kesiyor. Aşık oldukları kızlardan ayrılmaya razı olmayan gençler, Eleni’yle birlikte kafiledeki bazı kızları kaçırıyor. Ne yapacağını şaşıran Lambo usta, eşini gemiye gönderip kızını aramaya karar veriyor.
4 ay boyunca kızını arayan Hrisostomidis umudunu yitirmiyor. Kızını bulup, eşini gemiyle gönderdiği Kavala’ya gitmek için dağ tepe dolaşıp her ağacın altına, her mağaraya bakıyor. Ne kadar arasa da küçük kızının izini bir türlü bulamıyor. Köydeki dostlarının “Sizden kimse kalmadı. Artık buralar senin için tehlikeli oldu” uyarılarına da kulak asmıyor. Bir süre sonra köylülerin getirdiği haberle sarsılıyor. Dünya, “Eleni ölmüş. Cesedini Maçka Deresi’nde sürüklenirken gördük” sözlerini duyan Lambo Usta’nın başına yıkılıyor. Gözyaşlarını içine akıtıp yola koyuluyor. Deniz yoluyla gitme şansı kalmadığı için karadan giden kervanlara katılıyor. Yolda eşkıyalar tarafından 4 kez soyularak, bin bir zorlukla 3 ayda İstanbul’a geliyor. Beş kuruş parasız Kadıköy’ e ulaşan Lambo Usta, açlıktan öte küçük kızının acısıyla gün be gün eriyor.

YOLU PAŞA’YLA KESİŞİYOR
Eşini Yunanistan’a gönderen kızını ise Trabzon’a ve kalbine gömen Lambo Usta ne yapacağını bilmeden Kadıköy’de dolaşırken, yolu dönemin ünlü devlet adamı Süreyya Paşa’yla kesişiyor. Konağında balo düzenleyecek olan Paşa, kalaycı bulamayınca adamları tesadüfen Lambo Usta’ya ulaşıyor. İşçiliğini çok beğenen Süreyya Paşa, hayata küsmüş genç adamın elinden tutuyor.
Karnını Süreyya Paşa’nın yanında doyuran Lambo Usta, “Durumunu düzeltene kadar İstanbul’da kal sonra seni ellerimle Yunanistan’a gönderirim” teklifini kabul ediyor. Paşa’nın yardımlarıyla Kadıköy’de kalaycı dükkanı açıyor ve kısa sürede çok para kazanıyor. Maçka’da yaşadıklarını kalbine gömen Lambo Usta, bir süre sonra kendi köyünden Antusa’yla tanışıyor. Belki de acısını tazelememek için Yunanistan’a gitmekten vazgeçiyor ve Antusa’yla evleniyor. İkinci evliliğinden de bir kızı oluyor, adını Sofiya koyuyor.

(Lambo ustasının İstanbul’da doğan kızı Sofiya ile yıllar önce Trabzon’da kaybettiği Eleni’sinin hikayeleri film olacak)

BİLİNMEYEN GEÇMİŞ
Hikayenin bundan sonraki kısmını Sofiya’nın 59 yaşındaki oğlu Avedis Kevork Hilkat anlatıyor; dedesi Lambo Usta’yı hayal meyal hatırladığını söyleyen Avedis’in hayatı zorluklarla geçmiş. Anne-babası ayrıldıktan sora Kapalıçarşı’da bir kuyumcunun yanında işe başlamış. Annesi Sofiya ise bir ailenin yanında bakıcı olarak çalışmış. Geçmişiyle ilgili sırları ve varlığından haberi olmadığı teyzesini ise annesinin 93 yaşında hayatını kaybetmesiyle öğrenmiş Hilkat. Miras işlemleri için avukatına vekalet veren Avedis, “Avukat elinde vukuatlı nüfus kağıdıyla gelince geçmişimizin hiç bilmediğim yönü ortaya çıktı. Annemin varlığından bize hiç bahsetmediği bir ablası varmış. Nüfus dökümünde dedemin ilk evliliğinden olan Eleni hayatta gözüküyordu. Hemen araştırmaya başladım” diyor.

ELENİ’DEN EMİNE’YE 
Trabzon’a nüfus dökümlerini gönderen Avedis’e, aradan fazla zaman geçmeden sürpriz bir telefon geliyor. Ahizenin ucundaki ses “Annem Emine’yi araştırıyormuşsunuz” deyince Avedis’in şaşkınlığı bir kat daha artıyor. Trabzon’un tanınmış ailelerinden birinin üyesi olan Abdükadir Sümer’in nüfus dökümündeki Eleni’nin babaannesi Emine olduğunu söylemesi sır perdesini aralıyor. Avedis, hiç göremediği teyzesi Eleni’nin hikayesini, Sümer Ailesi’nden öğreniyor: Eleni, kendisini kaçıran Ali Kemal Sümer’le evleniyor. Bir süre sonra da Müslüman oluyor. Çok da dindar. 5 çocuğu oluyor ancak eşi genç yaşta hayatını kaybediyor. Ölmeden önce hep Pontusca sayıklıyor. “Zaten kızdığı zaman da Pontusca kızarmış” diyor Avedis.
Hikayenin bundan sonrasını daha da karıştığını söyleyen Avedis Kevork Hilkat, dedesi Lambo Usta’nın ilk eşinin de Yunanistan’da evlendiğini ve iki çocuğunun olduğunu anlatıyor: Çocukları yıllar sonra Trabzon’a gelip Eleni teyzemin izini buluyor. Ancak o, Yunanistan’dan gelen hiç kimseyle görüşmemiş. Kimseye gerekçesini söylememiş. Teyzemin bu yanı bir soru işareti olarak kalmış. Aslında annem de hayattayken Trabzon’a, babasının topraklarına gitti. Ama Eleni’yi ya da yeni ismiyle Emine’yi buldu mu bilmiyoruz. Bulduysa bize niye söylemedi? Bunun cevabını hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz…

HİKAYELERİ FİLM OLACAK
Avedis, birbirlerinden habersiz olarak yaşayan iki kız kardeşi mezarları arasında taşıdığı bir avuç toprakta buluşturdu. Bu hikaye yapımcıların dikkatini çekti. Sofiya ve Eleni’nin iç burkan hikayesi film olacak.

Yaşarken kavuşamadılar ama…
Eleni, yani sonraki adıyla Emine doğduğu topraklarda Maçka’da, varlığından haberi olmadığı kız kardeşi Sofiya ise İstanbul’da toprağa verilmiş. Yaşamları boyunca birbirlerine hiç kavuşamayan iki kız kardeş, Avedis’in mezarlar arasında taşıdığı bir avuç toprakta buluşuyor. Torunları ve çocuklar ise neredeyse bir asırdır süren ayrılığın acısını çıkartırcasına her sene Maçka’da biraya geliyor.

160 kişilik yeni ailem oldu
Aileyle temas kurduktan sonra Abdülkadir Sümer’in İstanbul’a geldiğini söyleyen Avedis, ailece görüşmeye başladıklarını anlatıyor. “Birden bire 160 kişilik yeni bir ailem” oldu diyen Avedis, “Sümer ailesi bizi bağrına bastı. Trabzon’a davet ettiler. Köklerimi bulmanın heyecanıyla gittim. Yeni aileme kavuşmanın heyecanını yaşarken bir yandan da hayal kırıklığı yaşadım. Oralardan giden Pontuslar’dan geriye hemen hiçbir şeyin kalmamış olması içimi burktu” diyor.

Meğer define avcısıymışım
Trabzon’a ilk gittiğinde yaşadığı heyecanı anlatıan Avedis, ilginç bir anısını da paylaşıyor. Gülerek başladığı hikayenin sonunda hüzünlenen Avedis, Trabzon’da gezmesi için Sümer ailesinin kendisine bir şoför verdiğini söyleyip devam ediyor: Vazelon Manastırı’na gittik. Bir ara şoför kolumdan tuttu, “Abi seni rüyamda gördüm. Buraya gelip gömüyü çıkartıyorsun. Ne olur yerini göster. Bana boğaz hakkı ver yeter” dedi. Adamcağız beni define avcısı sandı. “Böyle bir şey yok” dedimse de dinletemedim. “Eğer define peşinde bu tahribatı sürdürürsen yarın buraya kimse gelmez. Asıl define bu binaların kendisi” dedim. Ama soförü ikna etmem mümkün olmadı.

Kaynak: http://www.aksam.com.tr/guncel/mubadelenin-kayip-cocugu-mackali-eleni/haber-209368

Pontos’lu (Karadeniz-Samsun’lu) Rum kızı Belaiya’nın yakınlarını arıyoruz

”Büyükannemiz Belaiya’nın hikayesi

Büyükannemizin ismi Belaiya. (Aslında annemin babaannesi oluyor kendisi) Kendisi hakkındaki çok kısıtlı bilgiye direkt kendi ağzından torunu olan anneme (Münevver Yanar) aktarımlarından ulaşmaktayız. Lakaplarının Delipaltooğulları olduğunu söyleyen büyükannemizin bunu şiveden kaynaklı olarak değiştirdiği ihtimali olduğunu düşünüyoruz. Yani lakapları Delibaltaoğulları da olabilir. Ancak bu konuda kesin bir bilgimiz yok.

belaiya
Küçükken Ailesini kaybeden belaiya Ordu’nun akkuş ilçesinde bir aile tarafınden evlatlık alınıyor.

Mezar taşında doğum tarihi (net olarak bilinmese de) H.1330 (M.1912) şeklinde yazılmış. Ölüm tarihi ise 24 Nisan 1983. Üç çocuklu bir ailenin en küçük üyesi Belaiya. Babası Dimitri bir terzi iken, annesine dair (ismi dahil) çok bir malumatımız yok. Ancak büyükannemizin kendi annesine dair hikayesini aktarayım. Aile, Rumların Samsun’daki önemli yerleşim yerlerinden Kadıköy Mahallesi’nde ikamet etmekteymiş.

Belaiya 6-7 yaşlarında iken hamile olan annesi doğum yapıyor. Doğumun ardından kısa bir süre geçiyor ve mahalledeki Rumlara ait evlere askerlerce baskınlar düzenleniyor. Kendilerine  sıranın geleceğini düşünen lohusa dönemindeki anne ise alelacele olanları eşine haber vermek için şehir merkezindeki dükkanına gidiyor. Ve tahminimizce bu sıkıntılara dayanamayan Belaiya’nın annesi kısa süre sonra hastalanarak hayatını kaybediyor.

Aktarımlardan anladığımız kadarıyla Belaiya ve abilerine babaannesi olduğunu düşündüğümüz Sultana bakmaya başlıyor.

Artan baskınlar yüzünden erkeklerin dağa çıktığını süreçte Belaiya’nın babası Dimitri dağa çıkıyor ve akabinde Rusya’ya gidip Rus bir kadınla evlendiği belirtiliyor.

Samsun’a gelen askerler, Belaiya (7-8 yaşlarında) ve abilerini (isimlerinin Nicola ve Sofili olduğunu biliyoruz) alıp gidiyorlar. Belaiya, ayakkabısının birini kaybettiği için bir asker tarafından taşındığını dahi hatırlıyor.

 

Sürgün sırasında abileri Nicola ve Sofili Amasya İli Merzifon İlçesi’nde bir aile tarafından alınıyor. Çobanlık yapmak için alındıklarını düşünüyoruz.

Belaiya ise askerlerin mola verdiği bir Alevi köyü olan Ordu’nun Akkuş İlçesi Yolbaşı Köyü’nde kendilerini ağırlayan aile tarafından evlatlık alınıyor. Belaiya’nın üvey annesi askerlere Belaiya’yı evlatlık edinmek istediğini söylüyor. Askerler ise zaten sürgündeki herkesi öldüreceklerini isterse çocuğu alabileceğini söylüyor.

Belaiya bundan sonra Yolbaşı Köyü’nde yaşamaya başlıyor ve ismi Lütfiye olarak değiştiriliyor. Daha sonra Hasbi Demir ile evlenip; Akkuş İlçesi’nin Gökçebayır Köyü’ne geliyor ve 4 çocuğu oluyor.

Oğullarından Ali Demir (1941 doğumlu) 1970′lerin sonunda radyodan annesi Belaiya’nın anons edildiğini ve telefon numaraları verildiğini ancak duyuruyu kısa bir an dinledikleri için telefonu not edip geri arayamadıklarını söylüyor.

Yaklaşık 6-7 sene önce ise İzmir’den geldiklerini söyleyen iki ya da üç yaşlı kadın Tokat/Çamiçi’ne gelerek (Yolbaşı Köyü’ne yakın bir yerleşim) Delipaltooğullarından bir Rum kızını aradıklarını ve isminin Belaiya olduğunu söylemişler. Ancak sordukları kişiler  bu hikayeyi bilmediği için herhangi bir şey söyleyememişler.

Tüm bu hikayeden yola çıkarak belki büyükannemizin abilerinin çocuklarını ya da torunlarını bulabiliriz diye düşünüyoruz. 

B. Y.  16 Ağustos 2014”

Pontos’un kayıp hikayeleri

Pontos”un kayıp hikayeleri  aslında kendimi yıllarca Türk zanneder ve herkes’ten nefretimin orta yerinde elimde savaş silahı ile 90’lı yıllarda zorunlu keşfettiğim bir yanımdı.Sonra mı ? sonra vicdanımdan kaçamadım.Araştırdıkça kendimi ve halkımı tanıdığım bir sancılı süreç ile karşı karşıya olduğumu gördüm.İbrahim yaylalı ismi ile başladığım yaşam yolculuğum Yannis Vasilis Yaylalı olarak devam ediyor. İtiraf etmeliyim ki onca zülüm görmüşken başkalarının ocağına zülüm olmaktan kurtulmam bugün benim en büyük mutluluğum olduğunu söyleyebilirim

pontos kayıp hikayelerini bekliyor

Pontos’un ismi Karadeniz olmadı yetmedi,çok kanlı bir hesaplaşmanın birer parçası haline getirildik. Hrant Dink katliamını hatırlayın, Ogün’ü unutmayın o topal gibi soyunmuştu halkların kasabı rolune ki Karadeniz de bir katilin beyaz beresi moda olmuştu. Pontos oysa öyle miydi, halkların ve inançlar cenneti gibiydi. Pontos’umuzu bugün eli kanlı Karadenize çevirdiler.Bizi de onun hançeri durumuna getirdiler.Her gün bir tören gibi Türk’ü kutsayıp kendimizi yadsımamız daha ne zamana kadar devam edecek, yanlış anlaşılmasınTürk halkının düşmanı değiliz,fakat diğer halkların da kasabı değiliz.Kimsenin kanı kanı kimseden değerli değil, ya da hiç bir halkn diğer halklara karşı bir üstünlüğü yoktur. Biri size bunu söyleyip sokağa döktüğünde , mutlaka bir parça suyunuza,bir parça fındığınıza,bir parça tütününüze göz dikmiş demektir bunu asla unutmayın.PicsArt_1430750571304

Bakın bu konuda güzel bir kızılderili sözü var “Beyazlar geldiğinde bizim toprağımız onların İncili vardı.Bize gözlerimizi kapayıp dua etmeyi öğrettiler.Gözlerimizi açtığımızda onların toprağı bizimse İncillerimiz vardı.”(ABD ordularına karşı savaşan son kızılderili kabile şefi Oturan Boğa. (Tatanka Iyotake)).

Birileri milliyetçilik ve din adına sizi sokağa döktüğünüzde, tüm bu kargaşa dönemi geçtiğinde sağınıza ve solunuza bakın, suyunuza ve bahçenize bakın, yanında birlikte kahveye gidip sohbet ettiğin dostun ara, mutlak birinin eksildiğini göreceksin, en son ise her şeyin sana bunu yaptıranlara kalırken, sen yapayalnınz kalacaksın unutma.Bir çok yerde paylaşılmış hikayemi size özetlemek istiyorum. Ben de Pontos halkından olduğumu öğrenmeden önce yanılş kahramanlara sevdalananlardandım. bugün acı ama Hrant Dink’in katili Ogün’e bugün bir çok çocuk sevdalanmadı mı ? Yani katilliğine sevdalanmadı mı ? Ben de 80’li yıllarda çocukken Bafra ikiye bölünmüştü, ben çocukken hiç oturduğum mahalleden diğer kesim olan solcuların mahallesine geçtiğimi hatırlamıyorum.Bizim kahramanlarımız Topal Osman’ın soyundan geliyor du. Biz de bugün karadeniz’in çoğunun olduğu gibi bize o gün ne gösterildiyse olduğu gibi kabul ettik ve asla sorgulamadık.Bizim kahramanlarımız ülkücü diye bildiğimiz, ‘Türk’ hariç her şeyden nefret eden ırkçılar dı. Hep büyüyünce onlar gibi olacaktık, ve ırkımızı koruyacaktık,hep o gün gelsin diye sabırsızca bekliyorduk.

O gün yaklaştıkça günden güne , günden güne yanlızlaştığımı, herkese bir kılıf bularak uzaklaştığımı gördüm. Avrupalılar dışarıdaki hiristiyanlardı, sürekli bizim düşmanlarımızdı. Sonra etrafımızdaki komşu ülkelerimiz her biri birbirinden güvenilmezlerdi.batısı-doğusu-kuzeyi-güneyi silip attık yaşamımızdan, bu yetmedi bize ve ilçemizde yaşyan, Kürtler pistiler ve hırsızdılar, ve asla onlara da güven olmazdı,sonra Lazı,Gürcüsü,Suryanisi, Alevisi, Hiristiyanı  vs sonra da ne klavyem yetişiyor, ne ne aklım bu kadarını kabul ediyor.O gün herkese başka türlü,başka türlü geliyorsu ki bana da aske olmak ve kürt halkına karşı savaşmak düşmüştü. ben de üzerime düşen görevi seve seve kabul ettim. Herkes asker’den kaçarken, askerlik şübesine girdiğimde komando olacağımı  oradaki subaylara söyledim. istediği mi de bana verdiler hem de aferin eşliğinde ödülümü aldım.ya da o gün aldığımı düşünüyordum.

Kürt halkının tarihsel olarak da yoğunluklu yaşadığı bölgeye 90 lı yıllarda seve seve gititiğim savaşın tüm kötülüklerine şahit olduğum da yavaş yavaş değişmeye başladığımı gördüm.İç dümanımız olan kürt halkna bakış açım da Kürt halkını tanıdıkça değişti. Propaganda ve ezber ile milliyetçiliğin bile kavrmayacağı kötülükler gittik hiç bilmediğimiz köylere ve halklara, arkamıza baktığımızda ölüler yakılmış köyler ve boş meydanların çığlıkları vardı.O boş meydanların nasıl istanbul’dan daha kalabalık olduğunu, senelerce kabuslu rüyalarımdan anlatmak isterim.İnan bana anlatamam, yanmış bir ocak ve boş bir meydan insanın vicdanına hançer gibi nasıl batar sana anlatamam.

TC devletinin kabul edemeyeceği bir durmu yaşadım.Beni savaşa göndermişti ki orada ya ölmeliydim ya da öldürmeliydim, düşmana esir mi ? bu soru imi benim aklımın ucundan geçmemiş ti ki dağlarda bizlere verilen birifinglerde ilk defa karşı tarafa esir düşebileceğim söylenmişti.Açıkca söylemek gerekirse  o zaman bile öyle uzun uzun esiriliği düşünmedim, bize sadece şu söyleniyordu , sakın ola ki esir düşmeyin kendinizi öldürün yoksa sizi diri diri öldürürler diyorlardı.hikayemi çok ta uzatmadan bir çatışmada ben PKK gerillaları tarafından yaralı olarak esir alındım.O gün itibarı ile Pontos halkına geri dönüş hikayem başladı diyebilirim. PKK gerillaları önce yaralı bacağımı tedavi ettiler, ben tabii her düşman savaşçının davrandığı gibi davrandım, hatta yaklaşık 6-7 ay öyle davrandığımı ifade edebilirim.Bayılıncaya kadar yemekleriini yemedim,gerilla ile zorunlu olmadıkça konuşmadım.PKK gerillaları ise benim tam tersime benşm başıma neler geldiğini bana anlatmaya çalışıyorlardı.Ben bir yandan onları izlerken,beni nereden orada bıraktı diye içimden orduya söyleniyorum.Artık olan olmuş ve ben karşı savaş gücünün eline geçmiştim.İnanın ilk günden son güne kadar kötü bir davranış görmedim.uluslararası smzleşmelerden doğan haklarım olduğunca yerine getirilmeye çalışılıyordu.En önemlisi bir an önce beni savaş bölgesinin dışına çıkardılar.Oysa ben o halkın bağlarından başlayarak evlerini yakmış,köylerini boşaltmış, halkını zrunlu göçe zorlamış,insanlarına işkence seanslarına katılmış bir birliğin üyesiydim.

Oysa benim tanrım gibi en kutsal yerimde duran ordu beni orada ölüme terk etmiş, o gün bu durumu anlamasam da ağrı provokasyonunda bir tim askeri nasıl ölmeleri için öyle açıkta gerillanın önüne bırakıldıklarını gördüğümde ve ardından Bakan Ala’nın ses kayıtları ortalığa çıkınca , bu gün daha açık bu durumun anlaşılacağını düşünüyorum.Ordular ve devletler için insanın tek önemi vardı,o da onlar için acımasız vergi ödesin, savaşlarda canını versin vs…

Bir süre sonra hata yaptığımı anladığımda o zman yaptıklarımı anlatmaya başladım, ya da gördüğüm savaş suçu sayılacak her şeyi anlatmaya koyuldum, o zaman bu yüce devlet ise Benim aileme tehdit için Pontos Rumu olduğumuzu söylemişler. Artık çizgi dışıydım, beni çöpe buruşmuş bir kağıt gibi atmışlardı, geriye ise beni yakıp yok etmek kalmıştı.öldükten sonra cenazemi Pontos’a değil Karadeniz’e götürüp sahte bir tören tertip edip, savaşlara yeni yeni Ogünler devşireceklerdi. Bu olmayınca bana ellerinden gelen tüm kötülükleri yaptılar,hapishane,işkence, işten attırmalar,bana karşı her türlü yöntem ile saldırmaya başladılar.Ben artık Karadenizli olmaktan çıkmış ve Pontos’lu olmuştum, biraz değil çokça bedel ödeyerek ben kendimi ve halkımı bulmuştum.Herkes benim geçtiğim aşamaları geçmek zorunda değil, dedelerimiz,atalarımız çokça bu durumu yaşamışlar,bu yüzden bu durumu hep beraber ağır ağır da olsa çözebileceğimizi biliyorum.Bir zamanlar pontos çiçekler bahçesi iken bu gün, sadece bir çiçek olsu istiyorlar, ve kendimizi kimliğimizi sonsuza dek inkar edelim istiyorlar,ben bir çıkış yapıyorum,umuyorum ki devamı hep beraber getiririz.

Uzunca araştırmalarım sonucu dedemin kütüğü  Rum halkının yoğun yaşadığı Nebiyan dağınını olduğu Asar’a bağlı ya Yayla köyü ya da Yayla mahallesinden gelme olduğunu öğrendim.sonradan ortaya çıkan belgelerde türk çetecilerinin ve ordu2nun oralarda büyük katliam yaptığını biliyoruz.Hatta asar’da bilinen bir mağara var ki orada yüzlerce halkımızı askerlerin yaktıkları halk dilinde bugün hala anlatılır.Dedemiz ise babası Constantin ve Barışkuvi de bu sekilde katledildiğini düşünüyoruz.Dedemi Rum yetimhanesine götürmüyorlar ve bir türk ailesine veriyorlar.Onlar dedeme evleninceye kadar bakıp büyütüyorlar. Klasik Türkcü isim olan Mehmet ismini dedeme veriliyorlar.Bu şekilde bizim de devşirilme tarihimiz başlıyor.Ta ki bir başka yok edilmek istenen halkın savaşı ile yüzleşinceye kadar,o zaman her şey tersine dönerek kendimi bulma imkanı yakalıyorum.işte benim hikayem dostlar böyle,şimdi sizin kayıp hikayelerinizi bekliyorum.belli mi olur, belki pontos ile yüzleşmek için bizim çabamız bire kanal açar ve korkuları hep beraber aşarız ve kardeşçe yaşamak için bir tohum oluruz.

Kendi hikayelerinizi gönderebileceğiniz e posta adresi

yasayanpontosdayanismasi@gmail.com

SAİT ÇETİNOĞLU: Pontos Bağımsızlık Hareketi ve Pontos Soykırımı

Sait-CetinogluPontoslular 19 Mayıs bir kara gün olarak anımsanmakta ve 19 Mayıs’ı Pontos Soykırımı olarak sembolize etmektedirler. Birçok uluslar arası kuruluş ve bir çok ulusal ve federal parlamentoda 19 Mayıs Pontos Soykırımı olarak kabul edilmiştir.

Roza Luxemburg, 1. Emperyalist Savaş sırasında Osmanlı devletinin yeniden dirilişinin Almanlarca üstlenilmiş olması, ölüyü cilalamaktan başka bir şey olmadığını ifade eder. Osmanlı son günlerini yaşamaktadır. İmparatorluğun Türk unsuru gibi diğer unsurları da başlarının çaresine bakmak istemektedirler. Bu unsurlardan biri de Pontoslulardır. İmparatorluğun Türkler dışında kalan unsurları Alman sömürgesi olmak istememektedir. Almanya’nın İmparatorluğu yeniden şekillendirmesinde bu unsurların yeri yoktur. Kardeşlik terk edilmiş yerine düşmanlık dolu dizgin yol almaktadır. Bunun başını da Alman İmparatorluğunun askeri güçleri yanında ekonomik güçleri başrolü oynamaktadırlar.

Dido Sotiriyu’nun aktardığı Filistin’de Alman Bankasının dağıttığı bir bildiri her şeyi ortaya serdiğini söyleyebiliriz: “Biz Türkler eğer acı çekiyor ve aç kalmışsak nedeni, elimizdeki zenginliğimizi çalan ve ticareti de elimizden alan gavurlardandır. Daha ne kadar bu duruma göz yumacağız. Mallarını boykot edin ve onlarla her türlü alışverişi durdurun. Onların arkadaşlığından ne umuyorsunuz? Onlara bunca sevgi ve kardeşlik sunmanın karı nedir? Pontos pazar için üretim yapan Osmanlı’nın en gelişmiş bölgelerinden biridir. Ayrıca deniz ulaşımının kolaylığı ve bu ulaşım sektörünün de aktörleri olan Pontoslular eğitimli ve açık fikirli insanlardır. İster Yunanca isterse de Türkçe konuşsunlar bu Hıristiyan halk yalnızca bu özelliklerinden dolayı (dinlerinden dolayı) Lozan antlaşmasına göre 1924 yılına kadar yaşadıkları toprakları, yani 3 bin yıldır emek verdikleri, ekip biçtikleri toprakları geride bir tek kişi kalmayacak şekilde terk ederek başta Yunanistan olmak üzere gezegene mülteci olarak ve örgütsüzce yayılmaya mecbur bırakılmışlardır. Her iki kişiden birinin kaybolduğu, kalanların da bir dönem bağımsızlık düşleriyle uğrunda mücadele ettikleri ülkelerini artık katliamlar ve kovulmayla anımsamaktadırlar.

Pontos’un Politik Örgütlenmesi

Pontos Hareketinin başını çekenler, gerek mizaçları gerek siyasi bağlılıkları bakımından birbirlerinin tam zıddı olan iki din adamıdır. Amasya Metropoliti Ghermanos (Germanos) Karavangelis ve Trabzon Metropoliti Chrisanthos (Khrisantos). Germanos Yunanistana bağlı bir Pontos fikri geliştirirken, Barışçıl ve uzlaşmacı bir çizgi izleyen Khrisantos diğer halklarla birlikte bağımsız ya da eşitlikçi-otonom bir Pontos fikrinin savunucusu olarak mücadele etmektedir. Pontos Cumhuriyetinde sosyalistlerin de var olmasına rağmen, harekette belirleyicilik daha çok bu iki din adamının kişiliğinde şekillenmiştir.

Pontos, 1916 ile 1918 arasındaki dönemde yarı bağımsızlığı tatmış ve Türk – Yunan Savaşına kadar (1922) politik mücadelesini sürdürmüştür. Bağımsızlık mücadelesi ideolojisinden farklılaşanlar kaçak ve Yunanlıları dinleyenler olarak karakterize edilirler. Her ulusal harekette olduğu gibi, Pontos sorununun kaynağı ekonomik güç ile siyasi güç arasındaki çelişkidir. 19.yy’ın ortalarından itibaren Karadeniz’deki ticaret büyük bir gelişme gösterir. Tütün, Fındık gibi ürünlerle kapitalist Pazar için üretim yapılmaktadır. Ekonomik güç ister istemez siyasi talepleri de harekete geçirecektir. Pontos aydınlarının ulusal Helen ideallerini benimsemeleri 19.yüzyılın ikinci yarısına dek gider ve 1870′te İstanbul’da yayınlanan Pontos’la ilgili bir kitapta bu inancın hayli kökleştiği görülür. Pontos hareketini 19 yy’ın ilk yarısına kadar götürenler de bulunmaktadır.

Ancak, Balkan savaşlarına kadar da Pontos’lu aydınlarda hakim olan görüş: Türklerle barış içinde ve işbirliği ile bir Türk Pontos Birliğinin yaratılmasına ilişkin yanılsamadır. Bu düşüncelerin yayılmasında Trabzon Metropolitani Khrisanthos’unDoğu Partisinin görüşlerinin katkısı önemlidir. Balkan savaşları sonunda Jöntürkler artık Osmanlıcılık maskesini çıkarmış Türkçülük temelinde toparlanmaya başlamışlardır. Balkan savaşları, Türk Milliyetçiliğinin zincirinden boşalmasına etken olacaktır.

Meşrutiyetle beraber Gayrimüslimlere de askerlik yükümlülüğünün getirilmesiyle birlikte bölge halkının askerliğe tavrı göze batmaya başlar. Zaten Bölge halkının zenginliği de İttihatçıların gözlerini kamaştırmaktadır. Bölge halkı da askere gidipamele taburlarında kırılmak istememektedir. Aslında asker kaçakları Türkler dahil her milliyetten ne kadar varsa Pontos’lularda da aşağı yukarı aynıdır. Balkan savaşlarıyla birlikte başlayan ve Anadolu köylüleri tarafından bir bütün olarak hiç de iyi karşılanmayan seferberlik, kilise ve okulun propagandasının kurtarıcı olarak tanıttığı ordulara karşı savaşmaları söz konusu olduğundan Pontos’lular tarafından daha da kötü algılanmıştır. O tarihe kadar silah altına alınmamış, sadece donanmada angarya hizmetlerinde çalıştırılan Pontos halkının düzenli orduya besledikleri nefretle, ulusal duyguların bunda ne kadar etkili olduğunu birbirinden ayırmak zorsa da, savaşın ilk aylarında askerlerin ordudan kitlesel bir biçimde kaçtıkları bir olgudur.

Silahlarıyla ya da silahsız olarak memleketlerine dönen köylüler, köylerinde yaşamaya cesaret edemezler ama, yine de ailelerini korumak ve tarla işlerine yardımcı olmak amacıyla köylerinin civarında kalırlar. Böylece bölgede silahlı birlikler kendiliğinden kurulur.

Hükümetin bölgede Balkan göçmenlerinin bir bölümünü yerleştirmeye çalışmasıyla, olayların ikinci bir aşamasına geçilir. Pontos köylülerinin, göçmenleri kendi köylerine kabul etmemekte kararlı olmaları, otoritelere ilk başkaldırı eylemlerini başlatır. Bu durum karşısında hükümet 1915 sonbaharında, olaylara en fazla karışan ve göçmenlerin yerleştirilmesini önlemiş olan köylere karşı (Ökse, Çirahman ve Tevkeris) ilk cezalandırma harekâtına girişilir. Köyler ateşe verilir, nüfus dağıtılır ve işe yarar erkekler, en tanınmışı Vasilis Anthopoulos-Vasil Usta olan şeflerin etrafında örgütlenmeye başlayan silahlı gruplara katılırlar. Çok sayıda silahlı gruplar Bafra Nebiyan bölgesinde toplanırlar.

Pontos Gerilla Hareketi

Daha 1914′lerde Türk Ordusundan kaçan (ister bir dönem askerlik yapıp kaçan isterse de askere hiç gitmeyip kaçak durumda olan) birçok Pontus’lu dağlara sığınmışlardı. Ancak gerilla gruplarının oluşması Türklerin Batı Pontosluları yok etmeye başlamasından sonra özellikle de 1916 dan sonra baslar. İlk başlarda birbirinden habersiz ve daha çok köy savunma gruplarıydılar. İlk gerilla gruplarından birisi Vasili Anthopoulos’nun 3 Temmuz 1916 da Sivas ta oluşturduğu gruptur. Genel görüşe göre, Rusların ilerlemesiyle birlikte Pontos’ta bir genel devrim öngörülmektedir.

Ancak Rus ordusunun çakılıp kalması ve Pontos bölgesini bütünüyle işgal edememesi Anthopoulos’un da bütün planlarını alt üst eder. Zamanla Anthopoulos ile Ruslar arasında bir görüş ayrılığı ortaya çıkar; Vasilis Anthopoulos hemen yapılacak müdahaleden, Ruslar ise Türk ordularının uzun dönemde oyalanmasından yanadır. Sonunda Rusların onu oyalamalarından endişe eden Vasilis Anthopoulos, 24 Eylül’de büyük bir darbe indirmeye karar verir. 80 adamıyla hem bir cezalandırma eylemi hem de Rusları etkilemeyi amaçlayan bir eylem tasarlayarak harekatı başlatır. Vasilis Anthopoulos ve adamları Türk köylerinden geçerken Hıristiyanlara eziyet ettikleri varsayılan insanları öldürüp evlerini yakarlar. Ordu yakınlarında, Askeri birliklerle yapılan çatışmanın ardından Vasilis Anthopoulos’un birlikleri çatışmayı kaybederler ve Anthopoulos 9 adamı 18 Ekim’de Trabzon’a sığınır; Vasilis Anthopoulos, savaşın sonuna kadar Trabzon’da kalacaktır.

Türklerin bu olaylara iki farklı tepkisi olacaktır: Türk çetelerinin giriştikleri karşı saldırılar ve sürgün. Bunlardan birincisi daha çok yerel kuvvetlerin eseri gibi görünmektedir. Müslümanlar arasında da Hıristiyanlar kadar asker kaçağı vardır ve İttihat ve Terakki Partisine bağlı eşraf, partinin milliyetçi ilkelerini uygulamaya koymaya hazırdır. “Giresun ve civarında Rumculuk Faaliyetlerini önleme görevi asker destekli sivil güçlere verilmiştir. Bunlar arasında en ünlüsü, İttihat ve Terakki mensubu Topal Osman ve yardımcılarıdır”. Osman Ağa, yerel eşraf ve yönetimin desteğiyle, hiç bir engellenme ile karşılaşmadan Hıristiyan nüfusu etnik arındırmaya tabi tu­tmaktadır. Bütün bu kanun kaçakları ve ca­niler, hiç bir yasaya aldırmadan serbestçe hareket etmektedir.

Burada kısaca Topal Osman’ın bölgedeki faaliyetlerinden söz edelim: Topal Osman’ın bu nevi faaliyetleri sırasında yaptığı uygulamalar, mülki makamlarda hoşnutsuzluk yaratmıştır. Başta Trabzon Valisi Cemal Azmi olmak üzere, Giresun Mutasarrıfı da Topal Osman’ın hükümet işlerine müdahale ettiğini ve 37. Fırkaca himaye olunduğunu belirterek, Osman’ın Giresun’dan kaldırılmasını isteyen şikâyet yazı­larını 3. Orduya İletmişlerdir. Mülki makamların 37. Fırka’yı da suçlayan bu yazısından sonra Topal Osman, ifadesi alınmak üzere Sivas Divanı Harbi’ne çağrılmış ve onu getirmekle de Menzil Müfettişliği görevlendirilmiştir. Bu defa 37. Fırka Kafkas Kolordusu Komutanları, Orduya Topal Osman’ı müdafaa eden ve mülki makamları suçlayıcı yazılarıyla Osman’ı Divan-ı Harpten kurtarmak istemişlerdir. Bilhassa 37. Fırka Komutanı tarafından 3. Orduya yazılan yazıda onun Fırkaya pek çok hizmet etti­ğini, Balkan Muharebesi esnasında aldığı yarası hala kapanmamışken, yaranın tesiriyle cansız bir ceset halinde sürüklediği bacağını, iştirak eylediği gaza için bir işaret sayan Osman’ın adî bir mücrim gibi gö­rülmesinin doğru olmayacağı belirtilmiştir. [Osman Ağa’yı himaye eden Pertev Bey’dir. Pertev Bey, 1913-14 yıllarında Eğe’de Rum kökenli yurttaşlara uygulanan terör’ün elebaşılarından biridir. Pertev Bey (Demirhan) Kemalist dönemde generalliğe yükseltilecektir.]

Bütün bu savunmalara rağmen Topal Osman’ın, 3. Ordu Komutanlığından ısrarla Sivas’a celbe dilmesi istenmiştir. 25 Ağustos 1936′da Sivas Divanı Harbi’nde muhakeme edilen Osman Ağa bir süre gözaltında kalmış, dönüşünde tekrar çetesinin başına geçen, Mütareke sırasında yeniden kovuşturmaya uğrayan Topal Osman devamlı kaçmak ve saklanmak zorunda kalmıştır. Karadeniz Böl­gesindeki Pontoslular da yeni vasattan yararlanıp, bir Pontus devleti kurma ha­zırlıklarına girişmişlerdir. Bu defa da bölgede direniş teşkilatı kurmak isteyenler Topal Osman ve adamlarına müracaatla yardımını istemiş­lerdir. Topal Osman sert metodlarla Pontos çetelerini ezmiş, Gire­sun’dan Samsun’a kadar uzanan bölgenin hâkimi olmuştur. Bu olağa­nüstü dönemde 17–18 Ocak 1919 yılında toplanan Kars Kongresi’nde Giresun’da kurulması kararlaştırılan müdafaa örgütünün teşkiline Os­man Ağa memur edilmiştir. Bu arada Belediye Başkanlığı’nı da uh­desine alan Topal Osman, 17 Mayıs’ta İzmir’in işgalinden iki gün sonra Giresun’da büyük bir miting tertip ettirmiştir. O sıralarda Sam­sun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa tarafından Havza’da kendisiyle görü­şüldüğü ve bu bölgenin emniyetinin sağlanmasıyla görevlendirildiği bazı kaynaklar tarafından tespit edilmiştir.

Topal Osman bölgede bir terör unsurudur. Öyle ki Giresun Alayının 3. taburunun Ordu Sancağına geleceğinin haber alınması bile eşrafı telaşa düşürmeye yetmiştir. Ordu Mutasarrıfı Merkez Ordusu kumandanı Nurettin Paşa’ya endişelerini bildirir. Ordu eşrafının Osman Ağa’dan korkuları boşuna değildir. Osman Ağa’nın teröründen Türkler de nasibini almaktadır. Osman Ağa birliklerinin Tokat’ta ve Mecitözü’nde de bir çok köye tecavüzleri şikayet konusu olur. Yine bölgede Rizeli Hafız Efendi idaresindeki 150 kişilik müfrezenin uygulamaları Ordu’da şikayet konusu olur. Hafız tutuklandıysa da kısa süre sonra serbest bırakılıp Batı Cephesine yollanır. Düzenli birliklerin de uygulamaları Osman çetesinden farklı değildir. Yine Tokat’ta Jandarmaların erbab-ı şekavete rahmet okutturacak eylemleri Merkez Ordusuna şikayet edilir.

Pontos silahlı birliklerinin basındaki en önemli isimlerinden (askeri lider de diyebiliriz) biri de Andon Paşa dır. Esi Pelagia ile birlikte Pontus gerilla birliklerini yöneten Andon Paşa Pontos köylerini savunurken, bir yandan Türk devletinin diğer yandan da Türk çetelerinin en önemli korkularından biri haline gelir. Türk devleti basına 50.000 lira ödül koymuştur. Andon Paşa gerilla birlikleri için birleştirici bir öğedir aynı zamanda. Kendisi 1917 yılında öldürülür ancak eşi (ki kaptan Pelagia olarak anılmaktadır) 1923 yılına kadar da yoluna devam eder. Sovyet yazar N. Novitsef “Vaprosi Istorii” adli kitabında Bati Pontos’da taşra devrimi hareketinin geliştiğinden bahsetmektedir. Pontosluların yani sıra Müslüman Çerkesler de kendi bağımsız gerilla hareketine ulaşmışlardır. Bu hareketlerin askeri teçhizat kaynakları ise Türk ordusundan ele geçirilenler silahlar ve esas itibariyle de Rusya’dan (gerek Rusya’daki Pontos’lulardan gerekse de Rus devletinden) gelen yardımlardır.

Pontos gerilla hareketinin başından sonuna kadar otonom olduğu söylenir. Örgütlenmelerine baktığımızda bu durum açıkça görülmektedir: Sanda da Türk çetelerinin Rum köylerine saldırılarını arttırması üzerine 15 Aralık 1917 de yerleşim alanında kalanlarının hepsi genel kurula çağrılarak görüşleri istenir. Kurula hâkim olan slogan: “Hırsızlara aynı yöntemle cevap verelim”. Kurulda bir yürütme kurulu seçilerek mutlak yetkilerle donatılırlar. Bu yürütme kurulu askeri konseyi oluşturur ve bu konsey ayrıca 9 askeri sorumluyu daha atar. 18–50 arasındaki bütün erkekler yerleşim alanlarının savunması için günlük askeri eğitime başlarlar. Sanda yerleşim alanı, olağanüstü koşulları yasayan askeri kamp gibi islemeye baslar. Pontos’un her bölgesinde böylece gizli örgütlenmeler oluşmaya baslar. Pontoslu metal çalışanları kendi olanaklarıyla silah yapmaya çalışırlar.

Sürgünler

Pontos yukarıda örneklenen vahşetin ötesinde bir uygulamaya maruz kalır: Sürgün. Bölge halkının maruz kaldığı durumları Yorgo Andreadis söyle ifade eder: “Bütün Karadeniz kıyısı, Harsiotis [Harşit] suyunun batısında kalan alan tamamen boşaltıldı. Çeteler, kendi deyişleriyle, intikam almak için Hıristiyan köylerine dalıyorlardı. Çaresiz halkın mallarını yağmalıyor, onları ürkütüp kaçırmak için evleri ateşe veriyorlardı. Direnmeğe kalkışan ise derhal öldürülüyordu. 1916 yazı çok sıcak geçti” sözleriyle çatışmaları, yağmaları ve sürgünleri özetlemektedir

Rus Ordusuna casusluk yapılıyor, lojistik destek sağlanıyor gerekçesiyle Harşit Çayının batısındaki Hıristiyan nüfusun Cephenin 50 kilometre güneyine sürülme kararı alınır. Karar servetlerine de el konularak azınlıkların saf dışı edilmesiyle yek vücut güçlü bir devletin oluşturulmasına dair Alman-ittihatçı planının bir parçasıdır, sürgünlerin ilki o sırada bir sınır şehri olan Tirebolu Rumlarıyla ilgili olarak, muhtemelen Ekim ayı sonunda kararlaştırılmış, halka 9 Kasım’da duyurulmuş ve 16 Kasım’dan itibaren uygulanmaya başlamıştır.

Berlin’e gönderilmek üzere hazırlanmış bir metinde Avusturya Dışişleri Bakanlığı Sürgünlere ilişkin şunları ifade etmektedir: Türklerin politikası devlete karsı tehlike olarak gördükleri Yunanlıları genelleşmiş bir kovulma hareketi ile bütünüyle ortadan kaldırmak ki daha önce Ermenilere karsı da aynı politikayı uygulamıştı. Türkler nüfusu hiç bir ayırıma bakmaksızın ve hayatta kalmalarına hiç bir olanak vermeksizin başka alanlara göçertme taktiği altında, yani sahillerden iç alanlara doğru, onları insanlık dışı ve sefil koşullar altında açlığa terk ederek ölüme terk ediyorlar. Boşaltılan evler ise çeteciler tarafından el geçirildikten sonra yağmalanıp yakılıp yıkılıyor. Ermenilerin kovulmaları sırasında alınan bütün tedbirler Pontos Rumlarına karşı da aynen uygulanmaktadır.

Başlangıçta sürgünün Ermeni Soykırımı derecesine varamaması Yunanistan’ın tarafsızlığına ihtiyaç duyulmasındandır. Yunanistan tarafsızlığını bozduğunda ise süreç Batı Pontos’lular için kanla noktalanacaktır. “Bu gün Yunanistan’da Doğu Pontos’tan gelme çok sayıda insana rastlanırken neden Batı Pontos’tan gelenlere pek rastlanılmadığının açıklaması da” bu olayların sonucunun kanla noktalanmasının ardında yatmaktadır.

Andreadis yaşananları özetlerken “Selanik Elefteria (Özgürlük) Meydanında başlayan ve Fransız Devrimi gibi liberal ve insani değerler üstüne dayanan ve Sultan’ın tüm tebasına hitap eden, onun ik­tidarına ve sorumsuzluğuna karşı herkesi bir araya ge­lerek devrime katılmağa çağıran Jön Türk hareketi, kısa süre içinde milliyetçi, faşist bir Türk hareketine dönüştü. Jön Türklerin sloganı artık Özgürlük, Eşitlik ve Kar­deşlik değil, Türkiye Türklerindir olmuştur. 1916 yı­lında işitilen tek slogan buydu. Vehip Paşa ordusunu böyle bir hava içinde sürmüştü cepheye… 1916 Kasımında Alman danışmanları ile birlikte, masum bir askeri gü­venlik planı hazırlamış… Plan, güvenlik ne­deniyle, Rus cephesi üzerinde bulunan tüm Hı­ristiyanların, cepheden 50 kilometre kadar geriye aktarılması gerektiğini ileri sürüyordu. Plana göre, Rus­lar Ortodoks Hıristiyan olduğu için, cephe hattında Hı­ristiyanların varlığı bir güvenlik sorunu yaratıyordu. Plan, Tirebolu’dan Bafra, Samsun ve Sinop’a kadar tüm bölgeyi kapsıyordu. Bu sözde geçici bir plandı, mantıklı ve de masum nedenlerle hazırlanmıştı. Evet, bu belki mantıklı ve amaca uygun bir plandı, ama asla masumane değildi. Eğer siz, soğukkanlılıkla, tüm bir nüfusu kış or­tasında yerinden yurdundan edip sürerseniz, onları aç­lıkla, soğuk ve hastalıkla yok olmağa itmişsiniz demektir. Üstüne üstlük, elli kilometre iki yüz kilometreye çıkarsa, planın hedefi iyice aşikâr olur. Ve sürgünlerin geçeceği bilinen yol üzerinde, her 20 kilometrede bir, sanki tesadüfmüş gibi, çeteler bekleyip pusu kurar ve çaresiz Hıristiyanları katlederse, bu planın daha da iğrenç olduğu anlaşılır.” Pontos Yürütme Konseyi’nin 2.11.1921 tarihli ve Yunan Dışişleri bakanlığına gönderdiği metinde hayatta kalmayı bir şekilde basarmış bazı Pontos’luların şahitliklerine yer verilmektedir.

Osmanlı’nın Birinci Dünya Savasında yenilmesi üzerine Pontos bölgesine, İngiliz ordusu (İngiliz komutanların başında olduğu Hint askerler) konuşlanır. İngilizler kendi çıkarlarının mutlak şekilde isleyeceğini garantiye almak için Pontos’lu gerilla gruplarından silahlarını Türk askeri birliklerine teslim etmelerini ister. Gerillalar bu tuzağa düşmezler ve silahlarını da teslim etmezler. Kemalist hareketin gelişmesine kadar ki bütün bir süreç boyunca Pontos nüfusu, Pontos Cumhuriyeti düşlerini olduğu gibi korurlar. Rusya ya göçmüş olan yaklaşık 100.000 Pontoslu Bölgeye döner. Gerillalar dağlardan yavaş yavaş şehirlere inmeye baslar. Amasya gibi yerlerde gece gündüz yollarda dolaşmaya başlarlar. Pontos hareketi tehlikeli bir asamaya geldiği içindir ki Osmanlı yönetimi Mustafa Kemal’i Pontos hareketini bastırmak için bölgeye gönderir.

Mustafa Kemal, Pontos hareketini bastırmak için başladığı gezisine İngilizlerin istekleri, sultanın maddi manevi destekleri ve yardımlarıyla baslar. Samsun’a gelir gelmez İngiliz temsilci Yüzbaşı Hurst’la görüşen Mustafa Kemal, toplulukların başkanlarını karargahına davet etti. Rumların önderi Germanos bu davete icabet etmedi. Mustafa Kemal, bölgenin durumuyla ilgili olarak İstanbul’a gönderdiği 22 Mayıs 1919 tarihli raporlarda; Germanos’un idaresindeki Rum çetelerinin siyasi bir mahiyetleri olduğunu belirtmektedir. Raporda otuz üçü Samsun’da, kırk kadar Rum çetesi sayılmakta, buna karşılık altısı Samsun’da bulunan on üç kadar Türk çetesi olduğu bildirilmektedir. Mustafa Kemal 5 Haziran 1919′da Havza’dan gönderdiği raporlarla, Rum faaliyetleriyle ilgili yeni bilgiler verir. Ona göre azınlıkta olmalarına rağmen Sivas Vilayeti’nin Amasya ve Tokat Sancaklarında da, aynı Canik Livası’nda olduğu gibi Rumlar çetecilik ve siyasi amaçlı çalışmalar yapmaktadırlar… Mustafa Kemal Paşa’ya göre, Samsun ve güneyindeki asayişin sağlanması için mevcut jandarma ve birlikler yetmeyeceği için birkaç bin erin silah altına alınması uygun olacaktır. Ayrıca Samsun’daki Ortodoks Piskoposunun da bölgeden uzaklaştırılmasının yerinde olacağını düşünmektedir. Yunan Hükümeti’nden emir alan Mavri Mira adlı örgütün, Samsun ve Trabzon mıntıkasında ihtilaller çıkarmak için silah ve cephane dağıtımı yaptığını belirten Mustafa Kemal, Harbiye Nezareti’nden bunlara karşı tedbir alınmasını da istemektedir.

Karadeniz Bölgesi’ndeki Rum faaliyetleri karşısında, İstanbul Hükümetlerinin de duyarsız kalmadıkları gözlenmektedir. Nitekim, 15 Temmuz 1919′da Vakit Gazetesi ile bir mülakat yapan Nafıa Nazırı Ferid Bey, Anadolu’dan ne maksatla çıktıkları bilinen Rumların tekrar geri dönmelerine engel olacaklarını, bu konuda Trabzon ve Samsun’daki yetkililerin, daha önce Ali Kemal Bey zamanında böyle kesin emirler aldıklarını da belirterek; bu konuda İtilaf Devletleri temsilcilerinin de aydınlatıldığını ifade etmektedir.” M. Kemal, 19 Mayıs’ta Samsuna ayak basar basmaz Pontos özgürlük hareketine karşı Türk çetelerini örgütleyerek ise baslar. İlk görüştüklerinden birisi de Topal Osman olduğu söylenir. Türk devletinin kendi arşivlerinden de çıkan değerlendirmelere bakılırsa Mustafa Kemal Pontos gerilla hareketine Yunan devletinden daha çok önem verir. Bu yüzden de gerilla birliklerinin dağıtılması için iki kolorduyu harekete geçirir. 30 bin Türk askeri 18 bin gerilla ve basındaki 300 gerilla önderine karsı harekete geçirilir.

M. Kemal Nutuk’ta Pontos hareketinden söz ederken verdiği önem gözlenmektedir.

Pontos gerilla hareketinin en önemli zaafı ortak bir kumanda merkezinden yoksun oluşudur. Yunan ordusunda komutanlık yapan Pontos kökenli X. Karaiskos aslında bunu yapmaya yeltenir. Atina’daki Pontos Kurulu da aslında bunu gerçekleştirmeye çalışır. Gerillalar, Rum nüfusun tehcirini önlemeyi başaramamış olmakla beraber, özellikle yakılan köylerden kaçan Rumları bir araya getirerek dağlarda “kurtarılmış bölgeler” oluşturarak, yeni birliklerin kurulması ve Türk ordusunun bu ayaklanma karşısında etkisiz kalması sonucunda yerel bir uzlaşma sağlanır ve Türk köylüleri kendi güvenliklerini sağlamak üzere silahlı gerilla birliklerinin ve Pontos sürgünlerinin yiyecek gereksinmelerini karşılamayı kabul ederler. Savaş bittiğinde bu “modus vivendi” hala geçerlidir ve 1918′de tehcire uğrayan Pontoslular yavaş yavaş kendi köylerine dönmeye başladıklarında, tabii ki, şehirli ve kırsal kesimden Müslümanlar, tehcire uğrayan Rum ve Ermenilerin mallarını geri vermekten hiç memnun olmazlar. Çatışmalar yeniden başlar.

Kurtarılmış bölgelerde Gerillalar kendi yönetimlerini ve hukuklarını oluşturma faaliyetlerine geçerler, Gerilla komutanlarından Stilianos Kosmidis’in çabalarıyla üst askeri konsey oluşturulup birbiriyle çatışan gruplar arasındaki ilişkileri düzenleyen bir ceza hukuku ardından da kurtarılmış alanlarda mahkemeler oluşturulur, silah taşıma hizmeti devreye sokulur. Bölgedeki Çerkes gerillaları ile dayanışma grupları oluşturulur. Pontos Bölgesindeki Çerkeslerin faaliyetleri hakkında yazılanlar bölge Çerkeslerinin de Batı Anadolu’daki gibi bir tehlike olarak algılandığını görüyoruz: “Çerkezlerin yıkıcı etkileri Merkez Ordusu Bölgesi’nde [Pontos] de görüldü. Ordu mıntıkasının çeşitli yerlerinde bulunan Çerkezler, daha yoğun olarak Çarşamba, Bafra, Tokat ve özellikle Sivas Uzun Yayla ile Aziziye (Pınarbaşı) kazasında yaşıyorlardı. Osmanlı Devleti’nin mütarekeden sonra içinde bulunduğu zaaftan yararlanmak isteyen çeşitli unsurlar gibi Çerkezler de, merkezi Anadolu’da karışıklık çıkardılar. Daha 6 Haziran 1919′da 15. Fırka 3. Kolordu yazısında Alaçam ve Bafra yöresinde geniş bölücü Çerkez çeteleri hareketi görüldüğünü bildirerek, uyarmaklaydı.”

Bu başarılı çalışmalardan sonra daha önce de bahsini ettiğimiz Yunan ordusunda komutanlık yapan Pontus kökenli X. Karaiskos İstanbul’a gidip oradan Pontos’a silah sevkiyatı için Yunanlı yetkililerle görüşür, ancak çabalar boşunadır, Yunanlı yetkililer buna yanaşmadıkları gibi Karaiskos’un Pontos’a geçişini de engellerler.

Hareketin Sonu: Genocid ve Kovulma

Gerillalar Yunan hükümetlerinden – Hem kralcılardan hem de Venizelostan – defalarca yardım talebinde bulunurlar. Ancak başvurular faydasızdır, yanıt alamazlar. Pontoslu gerillaların 16.8.1919 da yazdıkları ve en son Yunan dışişlerine ulasan aşağıdaki mektup oldukça dikkate değerdir. Pontos’un bağımsızlığı ve özgürlüğü için savaşan gerilla önderlerinin emirleri doğrultusunda sizlere aşağıdakileri belirtmek isteriz: Bilindiği üzere Pontos’un evlatları kendi önderleri etrafında Türkçülüğe karsı son 5 yıldır başkaldırmış durumda. Maalesef bunlar sadece mavzer ile savaşıyorlar ki bunları bile Türklerden satın almakta zorlanmaktalar, keza yiyecek sorunu başlı başına bir sorun. Kışa kadar kendilerini zor çıkarırlar, bu yüzden Ekime kadar gıda tedariki için bir şeyler yapılmalıdır. Bunların yanında giyecek ve kuşanacak malzeme eksikliği de yaşanmaktadır. Yaralılar için ilaç ve gerekli malzemeler de bir başka sorun. Mitralyöz ve diğer silah eksikliklerimiz tam teçhizat giderilmelidir. Bu yüzden kendimiz masraflarını karşılamak üzere iki kişiyi buraya askeri eğitim için göndermek istiyoruz. Ülkelerinin bağımsızlığı için umutsuzca çarpışan sevgili ülkemizin mücadeleci çocuklarının ihtiyaçlarını sizlere bildiriyoruz

Yunan devleti Pontos Bağımsızlık Mücadelesini kavramamış ya da anlamak istememiştir. Bu yüzden, Pontoslu gerillalara Yunanistan’dan hiç bir yardım gönderilmemiştir. Pire limanında Amasya’ya gitmek üzere silah ve cephaneliğin bir gemiye doldurulduğu söylense de bu gemi asla hareket etmeyecektir. “Eskişehir’in Yunanlılarca işgal edilmesinden sonra İstanbul’daki Pontos Komitesi, o sırada İzmir’de bulunan Yunan Başbakanı Gunaris’i ziyaret ederek Pontus’a asker çıkarılması yolunda son bir talepte bulunduysa da bu talep Ankara yönünde ilerlemeyi yeğleyen Yunan Genelkurmayı tarafından reddedildi. Bir defa daha Yunanlılar Pontos’luları yalnız bırakmışlardı”.

Bu durum ilk başlardaki başarılara ve gerillaların birleşme, ortak komuta merkezinden yönetilmelerine büyük bir darbe vurur. Gerilla gruplarında moralsizlik hızla yayılmaktadır. Türk ordusu Bolşeviklerin yardımıyla yeniden toparlanır ve Fransızlar ile İtalyanların yardımlarını da alarak üstün duruma geçer. Bu durum gerilla gruplarının ortak kumanda merkezince yönetilmesi eğilimini zayıflatır ve gerilla grupları kendi başlarına ve bazen de kendi aralarında boğuşmaya başlarlar. Sonuç ise trajiktir.

Yunan devletinin mesafeli duruşuna rağmen Pontos hareketinin her zaman Yunan devleti ile özdeşleşir tavırları vardır. Romantik bağlılık devam eder. Örneğin 1922 yılında Yunan ordusu Ege’den içlere doğru ilerleyince Pontus gerilla hareketinden Kiriakos Papadopoulos (diğer ismiyle Parasukli -kısa bacak) 500 gerillayla birlikte Pontostan kalkarak Yunan ordusu ile birleşmek ister.

Pontos gerilla hareketinin otonom yapısının bedeli çok ağır ödenir. Batum’da General Anonya tarafından oluşturulan birlik Bolşevikler tarafından dağıtılır. Hatta Rusya’da Bolşeviklerce tutuklanıp Türklere teslim edilen Pontos gerillalarının olduğuna dair tanıklıklar bulunmaktadır. Keza Türk – Sovyet yakınlaşması Bolşeviklerin Anadolu’daki ulusal kurtuluş hareketlerine karsı olumsuz tavrıyla sonuçlanır. Hatta Pontoslu gerillaların ticari amaçla bölgede bulunan Amerikalı denizcilerce tutuklanıp Amasya’daki Türk askeri birliklerine teslim edildiğine iliksin şikâyetler söz konusudur.

Ankara Hükümeti Bölgedeki gerilla faaliyetini önlemek için gerillanın lojistik destek aldığı köyleri boşaltarak tekrar sürgüne başvurur. Ankara kontrol bölgesindeki istikrarı bozabilecek her türlü unsuru askere alarak sorunu çözümleme kararındadır, Gayrimüslimleri de askere alarak, Pontoslulardan gelebilecek tehlikeyi bertaraf etmek için Osmanlı gibi yeniden Amele taburları oluşturulmuştur. Pontosluların bir kısmı davete uymadılarsa da, celbe uyanlardan amele taburları oluşturularak, bir kısmı da etkisiz hale getirilirler. Merkez Ordusunun 12 Mart 1921 tarihli detaylı emrinde bu amele taburları teşkili, saka arabaları ve koşumlu hayvanların temini ile birlikte zikredilmektedir Peyderpey celp edilen Hıristiyanlarla her taburun mevcudunun 800’e çıkarılması için çalışmalara devam edileceği kaydedilmektedir. Bu taburlara numaralar verilmiştir. Tespit edebildiğimiz Amele taburlarının numaraları 8 den başlayıp 13 de bittiğine göre başka amele taburları da söz konusu olmalıdır. Ardından Bölgede silah toplanmasına geçilir, silah toplanmasına önce Gayrimüslimlerden başlanır. Samsun ve diğer bölgelerde silah toplayan müfrezelere karşı konulur. Ordu birliklerinin silah toplama faaliyeti sırasında Tokat, Çarşamba ve Bafra’da Nebiyan bölgesi en çok karşılık gördüğü bölgelerdir.

6 nisan 1921 tarihinde başlayan harekat yoğun şiddete rağmen başarılı olamaz. Ordu birlikleri ve Giresun alayından takviyeli birlikler Nebiyan ve Çarşamba’da varlık gösteremezler. Çarşamba’daki birliklerin komutanı Kemal Bey Divan-ı Harbe verilir. Çarşamba’da gösterilen başarısızlık üzerine, buraya şiddeti ile tanınan Giresun Alayına bağlı takımlar gönderilir. Gönderilen alayın şiddeti ve terörü, Mülki amirlerin bile şikâyetlerine maruz kalacaktır. Bu birliklerden bir kısmı halkın baskısıyla geri çekilirler. Ankara 12 haziran 1921 de bütün Karadeniz mıntıkasını savaş bölgesi ilan ederek bölgedeki Pontos’luların sürgününe karar verir. Kırsal bölgeler zaten daha önce boşaltılmış, köyler yakılmıştır. Bu kararın ardından, 16 Haziran’da İcra Vekilleri Heyeti Samsun’a bir Yunan çıkarması ihtimalinin arttığı gerekçesiyle 16-50 yaş arasında eli silah tutan Rumların bölge dışına şevklerini kararlaştırılır. Kararın alınmasıyla birlikte Samsun, Bafra ve Alaçam şehirlerindeki 15 ile 50 yaş arasındaki erkeklerin tutuklanmasına başlandı. Ertesi gün, ilk göçmen kafilesi iç bölgelere gitmek için Samsun’dan yola çıkarıldı. Kafile ilk durak yeri olan Kavak’ta Türk kaynaklarına göre Rum çetelerinin, Rum kaynaklarına göre Türk Muhafızlarının ateşine maruz kaldı ve pek çok insan öldü. Haziran ayı içerisinde yapılan sevklerde de benzer olaylar meydan geldi. Böyle olayları meydana getirenler, daha çok muhafızların tutumundan da istifade eden Türk Çeteleriydi. Bunların başında da Topal Osman Çetesi ile Tokat yöresindeki Şaki Ali Çetesi vardır. Olayın tepki çekmesi karşısında 25 Haziran tarihli Dahiliye Vekaletinden gelen yazıda Karadeniz şeridindeki Rumların sürgününün Ordu’nun güvenliği için alınmış bir tedbir olduğu, tehcir olmadığı belirtilmektedir. Ayrıca 15-50 yaş arasındakilerin dışında ve bilhassa kadın ve çocukların sürgününün katiyen doğru olmayacağı vurgulanan yazıda, Rumların mal ve gayr-i menkullerine tecavüz, çapul ve gayr-i meşru hareketler de uygun görülmemektedir.

Erkeklerin şevki üzerine, yalnız kalacak olan çocuk ve kadınların ırz ve namuslarının korunmasına fevkalade itina gösterilmesini isteyen Dahiliye Vekaleti, bu hususlarda suistimali görülecek bütün memurların cezalandırılması, saldırılara meydan verilmemesi verilen emirlere aykırı hareket edenlerin derhal azlini ve haklarında Kanuni işlem yapılmasını ister. Ancak Uygulamaların öyle olmadığını Dönemin Sağlı Bakanı Rıza Nur’dan öğreniyoruz. Kemalistlerin Sağlık Bakanı ve Lozon’daki temsilcisi olan Rıza Nur Hatırat’ında, Topal Osman’la aralarında geçen bir konuşmayı aktarır: “Ağa, Pontusu iyi temizle! dedim. «Temizliyorum dedi. Rum köyle­rinde taş taş üstünde bırakma. dedim. «Öyle yapıyorum ama, kiliseleri ve iyi binaları lâzım olur diye saklıyorum» dedi. Onları da yık, hattâ taşlarım uzaklara yolla, dağıt. Ne olur ne olmaz, bir daha burada kilise vardı diyemesinler.» dedim. Sahi öyle yapalım. Bu kadar akıl edemedim. dedi. Topal Osman yeni bir Koroğlu’dur.”

Merkez Ordusu Komutanlığı, Temmuz ve Ağustos aylarında Batı Cephesi’nin büyük ihtiyaç duyduğu birlikleri göndermeye çalıştığı için sürgüne gönderme yavaşladı. Sakarya Savaşı’nda Yunanlıların yenilgi ile geri çekilmeleri üzerine Pontos’a karşı esas harekat başlatıldı. “Bu sırada hem dağlardaki Rum çetelerine karşı harekat gerçekleştiriliyor hem de sürgün işleri artan bir hızla devam ediyordu. Bu devrede gönderilen sürgünler arasında kadın, çocuk ve ihtiyarlar da vardı. Sürgün Kararnamesinde bunların gönderilmesi ile ilgili bir hüküm olmamasına rağmen, Nurettin Paşa tarafından bu karara varılmıştı. Bu hususta, yetkili makamlar hiçbir tepki göstermemişlerdir. Nurettin Paşa’ya göre; Memleketimizdeki Rumlar bir yılandır ve bu yılanların zehirleri kadınlardır. Kadınlar, Pontusçuluk emeli güden erkeklerine fikren, bedenen ve malca yardım etmişlerdir. Ayrıca İstiklal Mahkemesi’ne verilenler arasında eşkıyaya yataklık, cinayete teşvik ve muhbirlik yapmakla suçlanan kadınlar da vardır. Bu yüzden kadınlara da erkeklerle aynı şeyi yaptıklarını belirten Nurettin Paşa, ihtiyarların tehciriyle ilgili olarak da, şöyle demektedir: Gümenez’de ihtiyardır diye sevk edilmeyen 65 yaşındaki bir Rum, Alaçam kıyılarında dolaşan Yunan torpidosuna bayrak sallamış, onlar da bir sandalla kıyıya çıkmışlardır. Yetişen kuvvetler Yunanlıları sahilden püskürtmüşlerdi! İhtiyar, Kel Nikola da bayrak salladığı yerde astırılmıştır. Nurettin Paşa’ya göre bunlar Rumların kadın, erkek, çocuk-yaşlı tehcirleri için haklı gerekçelerdir. Anlaşılıyor ki, Rum unsuru arasında devlet olma fikri kuvvetli bir biçimde yer edinmiştir. Bu yüzden çetecilere dayanak olabilecek hiçbir unsur bırakmamak yolu tutulmuştur.”

Pontos Harekatı’nın devam ettiği sırada, B.M.M.’de yapılan görüşmelerde, Merkez Ordusu Komutanı Nurettin Paşa’nın kanunsuz uygulamalar yaptığı, başarısızlık gösterdiği şeklinde iddialarla 3 Kasım 1921′de, Merkez Ordusu Komutanlığı’ndan alınır. Bir süre sonra 8 Şubat 1922′de Merkez ordusu da lağvedilerek, Pontos harekatını yürütme görevi Dahiliye Vekaleti kontrolünde, 10. Fırka’ya bırakılır. Bu fırkanın komutanlığına da Cemil Cahit Bey (Gen. Toydemir) tayin edilir. İnsan ve silah bakımından daha da kuvvetlendirilen birlikler, yıllar süren bu sorunu 1923′ün Şubat ayında tamamen bitirirler.

Pontos’taki gerilla hareketi için sonun başlangıcı aslında Aralık 1920’dir. Ermeni hareketinin bütünüyle ezilmesiyle Kemalistler, Bolşeviklerle dirsek temasına girerler. Bir yandan Sovyetlerden Kemalistlere akan yardım, diğer yandan İngiltere-Sovyetler, Sovyetler-Türkiye ve İngiltere ile Bekir Sami arasında 16 Mart 1921 tarihinde imzalanan anlaşmayla Pontus hareketinin kaderi çizilmiş olur. İngiltere, Sovyetlerle arasında ki Türkiye’yi bir tampon devlet olarak var olmasını desteklemektedir. Bu tarihten sonra İngilizler tarafsızlığını ilan ederler. Başta Yunan devleti olmak üzere Pontos da kaderine terk edilir. Dönemin reel politiği –bir anlamda detant diyebiliriz- Pontos hareketinin sonunu belirleyen koşullardır. Lozan antlaşmasının imzalanmasından sonra kalan son gerilla birlikleri de dağlardan Karadeniz sahillerine inerek gemilerle ya Yunanistan’a ya da Rusya ya doğru kaçtılar. Yunan ordusunun Anadolu’daki yenilgisinden bir yıl sonra bile Pontus dağlarında çarpışan gerillalar mevcuttur. Pontus Merkez Birliğinin 1922 yılında Atina da hesapladığı istatistiklere göre 1914 ile 1922 arası Pontos Jenosidinde toplam 303.238 kişi hayatını kaybetmiştir. Bunlardan 232.556 kişi birinci dünya savası esnasında yani 1914 ile 1918 arasında katledilmişlerdi. Ağustosta Yunan cephesinin çökmesinden 1924 baharına kadar ise çoğunluğu çocuk ve kadınların oluşturduğu 50.000 kişi daha katledilir. Bunlara mübadele sırasında yaşanan insan kayıpları dahil değildir. Mübadele işlemleri sırasında Türkiye’deki toplama kamplarında hayatını kaybedenlerin sayısı 200 bin olarak tahmin edilmektedir. G. Valavanis ise Pontos’un insan kaybının 1924 yılına kadar 353.000 olduğunu açıklamaktadır. Pontos ideali Birinci Büyük Savaş sonucunda oluşan reelpolitik ortamında ezilmiş. Galip devletlerin gözetiminde Pontos Jenocidi gerçekleştirilme koşulları hazırlanmıştır.